Sana 20 yıl sonrasından sesleniyorum henüz bedenine iliştirilmemiş çocuk ruhum. Kalbimin iç cebinde hassasiyetle taşıdığım bu narin hayat hikayesi, artık bana ait değil. Ben, hiç ayak basılmamış bir kentte ve yalnızlığın hanesinde, şimdi sana; beni, seni, bizden kopmuş o çocuğu anlatacağım. İnzivaya çekildiğim rıhtımımda büyüyüşümü izleyeceğim bir daha; müdahale edemeden, dokunamadan, değiştiremeden ve en kötüsü ağlayamadan. Senin gibi dünyada yokken de, bebekken, çocukken, genç bir kadın gibi göğsümü gere gere dolaşırken de ağlayamamıştım; yine öyle akıtamayacağım gözyaşlarımı ama korkma, ben sana sakladım avuçlarımda hepsini birer birer. Şimdi al onları ve koy göz pınarlarına ki bunca yıllık acı, tek bir an olsun feryat edip sustursun sessizliğimi artık. Oku gözlerimden yaşamını, sana getireceklerini ve götüreceklerini çünkü ben, senin için nefes aldım 20 yıl boyunca tecrübe saydığım anıların enkazında. Yaşa çocuk ruhum, bir kez daha benim için, yaşa.

Gözlerini açtığın ilk gün; anneni başucunda, babanı ise bir şehir yakınında bile bulamayacaksın. Ben, küçücük ve etten bir kalbin çıtırtısını duymuştum ilk defa bu yüzden ama sen savun kalbini çünkü o yokluk, yıllar boyu bıçak gibi lime lime edecek etlerini zaten; eğer o gün izin vermezsen buna hep güçlü olacaksın. İki gün sonra annenin kollarındayken, bir gölge yaklaşacak usulca sana ve sıcacık gülümseyerek bakacak; o, senin baban. Yıllarca, ilk karşılaştığınız o an gibi, gölgesini hep görecek ama varlığını bir türlü tam anlamıyla hissedemeyeceksin; bir görünecek, bir kaybolacak ve her seferinde açtığı bir yara olacak gönlüne. Sana, ‘’sakın üzülme’’ diyebilmeyi ne çok isterdim ama o çınarın sayesinde dinlenemeden nasıl soluklanılır, hiç öğretemedim kendime. Ama şunu çok iyi öğrendim; sakın, o kahramanın yokluğunu başka adamların kapılarını aşındırarak doldurmaya çalışma. Yürüdüğün hayat yolunda daima yanından geçeceksin insanların; zaman zaman kollarınız çarpışacak, gülümsemeleriniz dudaklarınızda donacak, dilleriniz lal olacak ve sonra, hayret edeceksiniz bir insanın başka bir insanı hayatına çekmek arzusuyla nasıl bu kadar yanıp tutuştuğuna. Aşk için ne söylesem, hangi cümleyi kursam ve neyi öğütlemeye çabalasam sana şimdi hem biraz fazla hem biraz eksik olur. O yüzden, dileğim şu ki; kendin yaşa, kendin öğren çünkü ancak sevince, sevmeyi öğrenince çıkıyorsun hayat merdivenlerini teker teker ve ancak o zaman fark ediyorsun içinden kopan o çocuğu, onu daha büyütememişken. İnsan, aşkın sözlükteki anlamından fazlasını bir insanın gözlerinden okuduğu an, öyle bir olgunlaşıyor ki; pek de büyümemiş bedeniyle, çocuk olmayı reddedip kadınlığa yelteniyor pervasızca. Biliyor musun, işte o gün başlıyor döngüsü yazgının.

Bir kız çocuğunun ömrüne çakılmış bir çividir babasızlık. Bir gün sökülüp atılsa da izi kalır çünkü ne de olsa, o yüzden iyileşmeyecek o yara. Çok üzgünüm. Ona benzeyen ya da hiç benzemeyen adamları kendi merkezine koyacak ve sen bile bir gün figüran oyuncusu olacaksın hayatının. Onların da gölgelerini görecek ama asla tenlerine dokunamayacaksın. Ama sana bir sır vereyim. Bir kere esir düşeceksin bir adama; aç, susuz, uykusuz ama mutlu. Ciddi ciddi verdiği acıdan alacaksın hazzını. Onu sevmeyi, onu sevdiğinden daha çok seveceksin. Hem herkesten kıskanıp bir sır gibi saklamaya çalışacak, hem de cümle alem duysun diye haykırmak isteyeceksin. Kapıldıkça kapılacak ve bir gün artık onu ardında bırakmanın imkansız oluşuna şaşıracaksın. O kapıldığın nehirde sular hırçın akıyor. Bil ki etini yontmasın çarptığın her bir sert kaya, bil ki eksilme benim gibi ve bil ki geri dönüşü yok çünkü bir gün o sular seni, hiç bilmediğin bir yerin kıyısına bıraktığında, olduğun yerle olmak istediğin yerin birbiriyle alakası yok ve ne yok. Hadi tahmin et. Sırtını yaslayamadığın o koca çınar ve onu buldum sandığın o adam yok, yoklar. Kader, durmadan kendini başa sarıyor çünkü ‘’kaderimiz işte o evlerde yazılıyor.’’[1] Doğduğun ev, bütün hayatının planını tek celsede çıkartıyor ve ellerine tutuşturuyor yazgını. Bunu, ilerleyen zamanlarda daha iyi anlayacaksın ama nereye gidersen git, hangi evin camından sokakları izlersen izle; o evin kamburunu, sırtından asla atamayacaksın.

Duvarları masumiyet rengi, perdeleri güpürlü, halıları saçaklı, o evinde; ilk adımını atar atmaz düştüğün bir an var, canının yandığı, dudaklarını büzdüğün ama fevri bir güçle, hiçbir yere tutunmadan ayağa yeniden kalktığın, bir an. Bunu yine yap olur mu? Çünkü yine kimseden güç almadan, ayağa kalkmak zorunda olacağın o kadar anın tadına bakacaksın ki sana tavsiyem; provası olsun bu güçlü kalkış o acımasız anların. Daha o zamanlardan göstereceksin şefkatli oluşunu etrafındaki herkese, ama en çok annene. O, yalnızlığını kalbine kilitleyip anahtarlarını kuyulara atmış bir kadın; o, hem anne hem baba sana; o, yemin ederim, çok güçlü bir kadın. Ve sen, ne zaman bir hüzün görsen gözlerinde onun, minik ellerin hep yanaklarında olacak. Sakın esirgeme bu gücü ondan, lütfen.

Benim çocuk ruhum, benden kopmuş güzel parçam. Yalvarırım bu kez yaşa, izin verme kopmasına senden masumiyetinin. Bir gün büyüyeceksin sen de herkes gibi. Koşmadan, yorulmadan, nefes alarak, dinlenmeyi bilerek, yaşa ki erkenden tükenmesin sana can veren hayat suyun. Bak, ben ellerimde hiçbir şeyle, henüz gençken, çakıldım kaldım hayatın ortasında; ne ileriye ne de geriye gidebiliyorum. Şimdi, tek ümidim, hayatın bana verdiği son şans, sensin. Çocukluğum, güzel kızım, ne olur bu kez yaşa ki, 20 yaşında canından olmuş bedenim, bana geri getireceğin ruhumla bir kez daha can bulsun. Ben, doğduğumuz evde seni bekliyor olacağım.


[1] Gülseren Budayıcıoğlu, Camdaki Kız, 15.

Leave a Reply