Kucağına düşerken en sevdiğim zamanların, yerle bir olmuş bedenime uzaktan bakıyorum ikinci kez. Ellerimi tutmayan baharsa şimdi, yere düşmekten daha çok canımı acıtan şey Nisan oluşu aylardan. Yıllarca kendini tek avuttuğu limandan, evinden ve yurdundan böyle kovulurmuş meğer insan. Öyle bir vahşet rüyaları kabusa çevirmiş ki son 13 aydır; en sevdiğim mevsim, en sevdiğim ay ve kendime yurt bildiğim bu bahar bile sırt çevirir olmuş yorgun düşmüş aksime. Ah, en büyük anlamsızlık; senden daha da yücesi varmış.
Eskiden bilirdim, Mart ayı gelince başlardı cıvıltısı, esintisi ve nağmeleri kalbimin. Aynaya bakınca parlayan gözlerimden, her yere farklı koşan ayaklarımdan bilirdim ki; baharı müjdelerdi her bir geçen gün. Kuşlar farklı öter, güneş daha bir parlak doğardı çünkü önümde uçsuz bucaksız denizler ve hayallerimi süsleyen yemyeşil dağlar, ovalar, kırlar vardı. Eskiden. Ne acı. Kalbini pamuklara saran zamanları di’li geçmiş zamanla anmak; hem de bitmiş gibi, bir daha hiç geri gelmeyecekmiş gibi. Çok acı.
Hangi zehir, hangi toz duman perde çekti güzel zamanlarımızın önüne; hangi yağmurlar ıslattı sergiye çıkarttığımız gülüşlerimizi ılık bir bahar akşamında? Bilmiyorum. Bilsem de, yüzsüzlüğe vurup yok saymaya çabalıyorum havayı çoktan ele geçirmiş ve kirletmiş felaketi. Yüzlerimizi özlüyorum, kendim dahil herkesin tebessümünü özlüyorum. Göremiyorum artık maskenin ardını, bilemiyorum tenimizin rengini; Nisan ayında, bir günün öğle saatinde şimdi, güneşten kızarmış yanaklarımızı, hiç, görmüyorum. Ya unutursam diye çok korkuyorum. Gözlerimizin rengini, sözlerimizin ahengini, saçlarımızın savruluşunu, sonra koşuşunu ayaklarımızın, ve birlikteyken yeri göğü inleten kahkahalarımızı, en önemlisi bizi yani insanlığı; ya unutursam? İlk gününden başlayıp son gününe kadar ruhumu cennet bahçelerine çeviren baharları peki, ya karşılayamazsam artık eskisi gibi. Bak, ikincisi geldi tutsaklığın gölgesinde kalmış bir Nisan’ın; ve ben, bu yıl daha buruk karşıladım onu. Daha bitik, daha yorgun, daha isteksiz ve daha, daha… Bilmiyorum. Kocaman bir boşluk, artık adını koyamıyorum. Camın ardından seyircisi olabildiğim dünyanın, içinde hissedemiyorum.
Şu hayatta anlamsız olduğuna inandığım o kadar şey vardı ki eskiden, onlardan daha büyüğünü tahayyül bile edemezdim ama beş karış sudan ibaret değilmiş hayatın bahşettiği acılar. Denizleri varmış, okyanusları varmış. O da yetmemiş her bir yağmur damlasıyla dahi iş birliği yapıp dünyayı esir almış.
Bu sene Nisan; bütün neşesinden, içime doldurduğu sonsuz aşk duygusundan uzak, hiç tanımadığım bir insan gibi geldi oturdu karşıma. Konuşmayı, derdimi anlatmayı; her zaman yaptığım gibi kimseye soramadıklarımı ona sormayı istedim ama yapamadım, çünkü sevgisiz gibiydi artık. Eskiden sunduğu rengarenk çiçekler yoktu, tenime değen ılık rüzgarı, hafif sıcağı ve papatyaları, evet, en çok da onlar yoktu işte. Ki her yıl bahşederdi güzelliğini onların bana. Yok, artık sevmiyordu işte. O da, ortalıkta kol gezen felaketin ortağı olmuştu. Her şeyden fazla buna bozuldum, buna gücendim ve ilk kez, karşıma oturan ve artık tanıyamadığım bu yabancıya: Seni sevmiyorum! Dedim.