Rousseu: Uygarlığın Eleştirmeni

1789’da yazılan, insani özgürlüklerle ilgili temel bir sözleşme olan bu Bildirge’de, “Her insan özgür doğar ve herkes eşit haklara sahiptir.” denir. Rousseau’nun kuramlarına ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne dayanan bildirgede amaç, devrimden önceki mutlak monarşi döneminde Fransızlara verilmeyen özgürlükleri vurgulamaktı.

Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), o zamanlar bağımsız bir devlet olan Cenevre’de doğdu. Fransız olmamak onun için önemliydi; zira Fransa’daki çoğu yazardan farklı olarak hiçbir zaman Fransız kültürüne, daha doğrusu hiçbir kültüre hayranlık duymadı. İsviçreli olmasının demokrasiye ilişkin tutumunda büyük etkisi oldu; sonraları adı demokrasiyle birlikte anılacaktı. En güzide filozoflardan farklı olarak çok kısıtlı resmi eğitim gördü ve bu da “kavramsal düşünceye” karşı “kendiliğinden ortaya çıkan duygu”yu benimsemesini kolaylaştırmasında önemli bir etkendi.

Annesi, Rousseau doğduktan birkaç gün sonra öldü. Rousseau’yu teyzesi ve hiç değilse oğluna okumayı öğreten gezgin birisi olan babası büyüttü. Önce bir noterin, sonra kendisine kötü davranan bir oymacının yanına çırak verildi ve oradan kaçtı. Yaşamı buna benzer olaylarla; şiddet dolu duygularla, her zaman köksüz, her zaman yollarda, bir işten diğerine, bir kadından başkasına, bir ülkeden diğerine savrularak geçti. Özel öğretmenlikten uşaklığa birçok işte çalışırken, yaşamın sert çehresine tanık oldu; cahil bir hizmetçiden beş gayri meşru çocuğu oldu. Fakat bu arada Diderot ve diğer aydınlarla da tanıştı. Hatta kendisinden Ansiklopedi’ye katkıda bulunması da istendi. Rousseau’nun Ansiklopedi’deki yazıları müzik hakkındadır. Rousseau aslında Paris’e ilk geldiğinde müzikle adını duyurmayı umuyordu, çünkü yeni bir nota sistemi bulmuştu.

Rousseau Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma (1750) ve Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma (1754) adında iki denemeyle işe başladı. Daha sonra 1761-1762 arasındaki iki yılda en ünlü dört kitabından üçü çıktı: La Nouvelle Héloise, Emile ve Toplum Sözleşmesi.

1760’ların ortasında, şahsen tanıdığı, sevdiği ve önde gelen filozofların pek çoğunun saygı duyduğu İngiliz filozof David Hume’un çağrısı üzerine İngiltere’de yaşamaya karar verdi. Fakat, İngiltere’de bir tür paranoyaya kapıldı; Hume’u kendisini mahvetmeye çalışmakla suçladı ve apar topar Fransa’ya kaçtı; 1778’de Fransa’da öldü.

Rousseau, Batı’nın felsefe düşüncesinin ana akımına, o zamandan beri muazzam rol oynayan üç devrimci fikir soktu. Birincisi, herkesin her zaman inandığının tersine uygarlığın iyi bir şey olmadığı, hatta değerden bağımsız bir şey bile olmadığı, pozitif anlamda kötü bir şey olduğu düşüncesidir. İkincisi, ister özel ister kamusal hayatımızda olsun, yaşamımızdaki şeylerin aklın değil duyguların ve doğal içgüdülerin gereklerini karşılayıp karşılamadığı sormamız gerektiğidir;  başka bir deyişle, hayatımıza ve yargılarımıza akıl değil, duygular kılavuzluk etmelidir. Üçüncüsü, toplum onu oluşturan kişilerin iradelerinin toplamından farklı ve yurttaşların bu “genel irade”ye tamamen uymak zorunda oldukları kendine iradesi olan bir kolektif varlıktır.

İlk olarak, Rousseau, insanların doğarken iyi olduklarına, ancak toplum içinde büyürken edindikleri deneyimleriyle bozulduklarına inanmaktaydı. Doğal içgüdülerimizin iyi olduğuna inandığından, doğa durumuna ilişkin görüşü de farklıydı. Doğa durumundaki insan, Rousseau’ya göre “soylu bir vahşi”ydi. Fakat, uygar dene bir toplumda büyüyen çocuğa, doğal içgüdülerini frenlemesi, gerçek duygularını bastırması, kavramsal düşüncenin yapay kategorilerini duygularına dayatması, düşündüklerini ve hissettiklerini sanki düşünmemiş ve hissetmemiş gibi, düşünmedikleri ve hissetmediklerini de sanki düşünmüş ve hissetmiş gibi yapması öğretilir. Sonuçta, kişi kendine yabancılaşır, yalan ve ikiyüzlülük her yanı kaplar. O yüzden uygarlık, gerçek değerleri çürütür ve yok eder. Ancak, bir kere uygarlıkla tanışan kişinin, artık geri dönme şansı yoktur. Dolayısıyla yapmamız gereken şey, deyim yerindeyse uygarlığı uygarlaştırmaktır: Uygarlığı, doğal içgüdü ve duygularımızın daha eksiksiz ve daha özgür bir biçimde ifade etmemize yarayacak şekilde değiştirilmesi gerekir. Rousseau, seçkin romanı La Nouvelle Héloise’de duygularımızın taleplerini yüceltir ve aklınkilerin üstüne çıkarır.

Rousseau, eğitimde kişiyi uygarlığın ruhsal zincirinden koparacak değişikliklerin yapılmasını savundu. Bu konudaki ana savı, eğitimin amacının çocukların doğal eğilimlerini bastırmak ve disiplin altına almak değil, tersine onların ifade edilmesini ve gelişmesini teşvik etmek olduğuydu. Terbiye kazandırmanın ana aracı sözlü eğitim değil, uygulama ve örnek, başka bir deyişle insanlarla ve şeylerle kurulacak doğrudan deneyimdi. Bunun sağlanacağı doğal ortam okul değil, ailedir ve doğal dürtüleri de kurallar ve cezalar değil, yakınlık ve sevgidir. Rousseau, bu konudaki bütün düşüncelerini “Emile”de ortaya koydu. Bu kitap, belki de Avrupa’da eğitim hayatındaki gelişmeler üzerinde başka her kitaptan çok daha etkili olmuştur.

Rousseau’nun dine karşı tutumu da diğer görüşleriyle uyum halindedir. Pek çok filozof gibi tanrıtanımaz olmamakla birlikte, inançların anlık olarak formüle edildiği, dolayısıyla, ilkeler, dogmalar ve ilmihallerle dolu bir konu olarak gördüğü dine tamamen karşıydı. Ona göre; Tanrı’yı aklın bütün formülasyonlarının dışında ve ötesinde görmek gerekliydi. Dinin, her şeyden önce bir kafa değil, gönül işi olduğunu kabul ederek huşu ve saygı duygularının egemen olmasına olanak verilmesi gereklidir.

Konu yasa yapmaya ya da yasaları değiştirmeye geldiğinde, Rousseau, Yunan kent devletlerinde ya da İsviçre’nin bir kantonunda olduğu gibi, bu bütün halkın bir araya gelerek, sonra da oylayarak yapması gerektiğine inanıyordu. Bu yolla dile gelen şey “Genel İrade” idi: Her bir kişinin gerçekten istediği şey bu olmasa da, bir bütün olarak toplum için neyin en iyi olduğuna dair bir idrakin varlığı. Bu durumda egemen halk, seçtiklerine –belki bir monarka ya da bir politikacıya ya da bir memur grubuna- bu yasaları uygulamaya geçirme görevi vermekte özgürdü; çünkü bütün halkın birlikte hareket ederek yaptıkları yasalar mutlak olarak herkesi bağlamaktaydı. Yetkinin kötüye kullanılmasına izin verilmeyecekti. Rousseau, bir halkın bilgisiz, disiplinsiz ve dar görüşlü bir yasama teşkilatı oluşturulabileceğini de kabul ediyordu. Bu soruna ilişkin çözümü, “Yasa Koyucu” adını verdiği, genel iradeyi içgüdüsel olarak anlayan, bizzat yasaları kaleme alan ve sonra da halkı bu konuda ikna eden karizmatik liderler gibi özel kişilerde yatmaktadır.

Rousseau’nun siyaset felsefesinin muazzam bir etkisi oldu. Fransız Devrimi’ne önderlik eden hareketlere duygusal ve düşünsel yakıtın büyük bir bölümünü Rousseau sağladı.

Rousseau, ayrıca farklı bir demokrasi anlayışı getirdi. Rousseau’nun demokrasi düşüncesinin temeli, genel iradenin zorla dayatılmasında yatar.

Rousseau’da bireyin genel iradeden ayrı düşme hakkı yoktur. Dolayısıyla, bu demokrasi kavramı, kişisel özgürlüğün hiç olmadığı bir durumla uyuşmaktadır. 20. Yüzyılın totaliter rejimlerin (bireysel hakları reddederken halkı temsil ettiklerini, kitle desteğine sahip olduklarını ve hatta demokratik olduklarını bile iddia eden, aynı zamanda karizmatik önderlere kilit rol biçen ve Lockeçu ilkelere dayanan Anglo-Sakson demokrasilerine karşı hem sıcak, hem soğuk savaş yürüten Komünizm ve Faşizm gibi)  temelinde yatan bazı temel düşünceler, Batı felsefesinde ilk kez Rousseau tarafından formüle edilmiştir.

Bu yazıyı yazarken, Rousseau’nun kendi yapıtlarının yanı sıra, Bryan Magee’nin Felsefenin Öyküsü adlı yapıtından da yararlandım. İlgili okuyucuya Dost Yayınları’ndan çıkan bu kitabı şiddetle öneririm.

Leave a Reply