Yazının ilk kısmına linkten ulaşabilirsiniz.
Londra gezimizin ikinci bölümüne Londra’nın simgelerinden Hyde Park ile devam ediyoruz. Metropolün ortasından kendinizi bir anda doğanın kollarına atmak istediğinizde Londra size birçok olanak sağlıyor. Londralılar bu açıdan çok şanslılar çünkü tek parkları Hyde Park değil ve parktan kastedilen bizim alışık olduğumuz betonarme çocuk oyun alanları değil kesinlikle. Her birinin kendine özgü yönleri olan birçok doğal alan var burada. Hyde Park’ın hemen yanında Kensington Palace ve İtalyan Bahçelerine ev sahipliği yapan b bulunuyor. Bunun dışında hayvanat bahçesi ve açık hava tiyatrosuyla Regent’s Park, geyiklerin yuvası Richmond Park, pelikanlarıyla meşhur St.James’s Park, Japon bahçeleriyle Holland Park ve daha birçoğu…
Hyde Park’ta gölde bota binebileceğiniz gibi, gün içerisinde birçok etkinlikle de karşılaşabilirsiniz. Ama belki de en keyiflisi Londra’da ulaşımın bir parçası olan Santander’in bisikletlerinden kiralayıp, trafiğe kapalı yollarda güzel bir tur yapmak olacaktır.
Hyde Park ve Kensington Gardens’ın altında gezilesi birçok müzesi bulunuyor. Bunların başında, Natural History ve Science müzeleri geliyor. İşin en güzel yanıysa Londra’da ki çoğu müzeye girişin ücretsiz olması.
Victoria&Albert müzesi dünyanın en büyük sanat ve tasarım müzesi diye geçiyor. Müzede sergilenen koleksiyonların yanı sıra müzenin kendisi de tam bir seyirlik. Gezmekten bitkin düştüğünüzde şahane arka bahçesinde bir şeyler içip, eğer şanslıysanız güneşin tadını çıkarabilirsiniz.
Science müzesi çok heyecanla gittiğim ama beklediğimi pek de bulamadığım bir müze oldu. Kesinlikle farklı bir deneyim olmasına rağmen, çoğunlukla çocuklara hitap ettiğini söylemek doğru olur.
Gel gelelim dinozorlar diyarına. Daha önce hiçbir Natural History müzesinde bulunmadıysanız, Londra’da kesinlikle es geçmemelisiniz burayı. Dinozorlardan, dev balinalara, nesli tükenmiş birçok hayvanın fosillerinin bulunduğu oldukça etkileyici bir müze burası.
Her ne kadar onlarca müze olsa da Londra’da görmeden gitmemeniz gereken bir müze var ki o da British Museum. Yok yok derler ya hani, insanlık tarihine dair ne varsa bu müzede resmen. Bir günde gezmekle biter mi bilmiyorum ama British Museum’da göstereceğiniz tepki çoğunlukla ‘Bunu da mı aldınız’ olacaktır.
Londra’da müzeler, sergiler bitmez. Tate Modern, Tate Britain, Museum of London, The National Galllery, Imperial War Museum… Biz en iyisi mi daha farklı bir şeylerle devam edelim.
Londra’da bir kütüphane deneyimi için British Library mükemmel bir seçenek çünkü içerisinde Shakespeare’dan Mozart’a sayısız ustanın orijinal eserlerinin bulunduğu bir sergi var.
Hazır Shakespeare demişken ünlü yazarın tiyatrosunu ziyaret etmemek olmaz. The Globe Theatre Shakespeare’ın orijinal tiyatrosu değil fakat orjinali korunarak inşa edilmiş ve sürekli aktif bir şekilde oyunlar sergilenen bir tiyatro. İçerisinde küçük bir serginin de bulunduğu tiyatronun en dikkat çekici yanıysa ayakta da seyirci kabul etmesi. Tiyatroyu gezerken şanslıysanız bir provaya bile denk gelebilirsiniz.
Bir önceki Londra yazısında Portobello Road Market’i gezmiştik, şimdiyse daha önce gezdiğiniz hiçbir markete benzemeyen Camden Market’e gidiyoruz. İlginç kavramının boy gösterdiği bir yer burası, her mağazası her köşesi farklı bir mimariye ve dizayna sahip. Uygun fiyata değişik bir şeyler arıyorsanız adres burası, ayrıca çok çeşitli yemek seçenekleri de var.
Son durağımız ise Londra’nın simgelerinden, London Eye. Londra’yı şöyle bir de tepeden görmezsek olmaz tabi, hele bir de güneş batarken.
Londra turumuz burada sona geliyor, ancak Londra’da görülecek yerler bu kadarla sınırlı değil. Yolunuz düşerse tüm bu güzelliklerin tadını çıkarmayı unutmayın.