“Benim için her gün yeni bir şeydir. Her projeye ilk yaptığım projeymiş gibi bir güvensizlikle başlarım. Ter dökerim, bir yola doğru giderim ve çalışmaya başlarım, nereye gittiğimden emin olmadan. Eğer nereye gittiğimi bilseydim, bu işi yapamazdım.” Frank Gehry
İster istemez yaşamımızın her aşamasında farklı çevrelerde bulunmuşluğumuz olmadı desek, yalan söylemiş oluruz. İçinde oturduğumuz binaları dikkate aldığımızda veya gitmek istediğimiz yerleri düşündüğümüzde; bizi en çok oralara çeken şeylerden biri değil midir mimarı yapılar? Her yapı için aynı şeyi söylemek imkansız; fakat bazı yapılar var ki etkilenmemek elde değil, karşısına geçip saatlerce izlemek hiç de delilik sayılmaz.
Bu eserlerden birkaçının tasarımcısı da hiç şüphesiz Frank Gehry’dir. Ölmeden önce efsane olarak anılmak her babayiğidin harcı değildir; fakat Gehry bunu en iyi yapanlar arasında. Kanadalı mimarın binalarının en karakteristik özelliği ise, dekonstrüktivizmi yapılarına adeta nakış gibi işlemesi. Kısaca bahsetmek gerekirse; dekonstrüktivist tarza sahip yapılar bütünlüğün parçalanması, yüzeylerde yapılan akıllıca oyunlar, dış cephe unsurlarının dik açılı olmayan köşelerinin yamultulması ile yapılır basitçe ve bakanda karmaşa hissi uyandırabilir.
Karmaşa deyince aklınıza olumsuz düşünceler asla gelmesin; Frank Gehry’nin yapıları, tabir-i caizse tasarımla sanatın vücut bulmuş halidir. Mimar, önemli bir mimarlık ödülü olan Pritzker’e de sahip aynı zamanda. Frank Gehry’nin bir diğer hayran olunası özelliği ise; taslak çizimleri. Mimarlar veya tasarımla uğraşanlar iyi bilir, bir tasarıma başlarken taslak çizimleri çok önemlidir. Hem projeye başlama noktasıdır, hem de dizayn sınırlarınızın zorlandığı, yaratıcılığınızın en yükseğe dokunabildiği noktadır taslak çizimi. “Taslak da ne canım?” dediğinizi duyar gibiyim; fakat Gehry’nin taslak çizimleri ve projesi arasındaki bağlantı, hiç şüphe yok ki sizi de hayrete düşürecek cinsten.
O kadar anlattıktan sonra, şaheserler tasarlayan mimarın yapılarından bahsetmemek olmaz. Tabii ki hepsinden tek tek bahsetmek zor; fakat dünyaca ünlü olan ve her yıl milyonlarca turist çeken yapılarından kısaca bahsetmek lazım diye düşünüyorum. Belki de yapılara çok aşinayız; fakat Gehry’nin zihninden çıkan fikirler olduğu bilmiyoruz. Guggenheim Müzesi deyince aklınızda bir ışık yanmaması imkansız ama yüzde doksanınızın aklına New York gelir. Bilboa’da bulunan Guggenheim, New York’ta yapılandan yaklaşık 55 yıl sonra Frank Gehry tarafından tasarlanıp uygulanmış. New Yorktaki’nin yeri her zaman ayrıdır tarihte, fakat bunun da hatırı sayılır bir tasarımı olduğu aşikar. Diğer binalarında da gördüğümüz gibi dış cephede titanyum kaplama kullanan Gehry, yapıya daha sıra dışılık katarken cephede oluşturduğu formlarla da sürekliliği sağlamayı ihmal etmiyor. Bir diğer unutulması imkansız yapısı ise; Dans Eden Ev. Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da bulunan ev, Gehry’nin yarattığı nadide yapılardan bir diğeri. Binaya, iki dans partnerini sembolize ettiği için bu isim verilmiş; fakat bazı yerlerde de ‘Sarhoş Ev’ diye anılmıyor değil. Bu binada da, Gehry’nin diğer binalarında olduğu gibi, düz bir yüzey bulmak zor. Bir sigorta şirketi için yapılan bina, barok ve gotik tarz binalarının arasına oturtturulmuş bir 20. yy harikası adeta. Gönül ister ki, diğer eserlerini de anlatmak mümkün olsa; fakat bu iki eserinden bile anlamak zor değil, 86 yaşındaki Gehry sadece bir mimar değil, aynı zamanda çok büyük bir sanatçı.