İlk defa bir romanını okuma şansı bulduğum Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar‘ıyla, kitabın ilk cümlesinden son cümlesine kadar geçen süre zarfında beni alt üst etmeyi başardı. Bitirdiğim zaman, kitap elimde bir süre kalakaldım ve düşündüm. Gerçekten de kendime dair bir şeylerin değişeceğini hissettim. İnsanı sarsan, ürküten ve suratına bir tokat gibi çarpan bir roman bu. Biraz da korkutuyor aslında. Gerçekler kimi korkutmaz ki? Büyük heveslerle başlayıp okuduğum ve aylar sonra konusunu bile hatırlayamadığım onlarca romandan sonra elime aldığım Tehlikeli Oyunlar; her okumada farklı şeyler düşündürüp hissettirecek, hayata dair bir ansiklopedi, bir başucu kitabı…
Zorlama bir mesaj verme, ana fikir oluşturma derdi yok yazarın. Her şey o kadar doğal ki; başlarda alışık olmadığım bu doğallık, alıştıkça kitabı elimden bırakamaz hale gelmeme sebep oldu. Tehlikeli Oyunlar, Tutunamayanlar‘dan sonra ikinci romanı Oğuz Atay’ın… İlk romanından sonra, 1971 yılında yapılan bir söyleşide bir roman daha yazdığını söylüyor Atay: “Sanırım bu romanın kahramanı da tutunamıyor. Bu konudaki yakınmalarını pek ciddiye almıyorum. Selim (Tutunamayanlar’ın baş kahramanı) kadar haklı değil galiba. Hikmet de (yeni romanın kahramanı) bunun farkında olacak ki; tatsız sıkıntılarını dindirmek için oyunlara başvuruyor. Kitabın adı ‘Tehlikeli Oyunlar’ olacak.”
“Hayata dayanamayan her insan gibi yapılır oyunda:-mış gibi yapılır. Oyunlar, gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de, bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.”
Hayat, tamamen oynamaya mecbur olduğumuz bir oyun. Asıl önemli olan; nasıl oynadığımız. Çünkü bu tehlikeli oyunlar her yerdedir, hayatımızı kuşatmıştır. Kitabın ana kahramanı Hikmet Benol de, bu karmaşayı çözmeye çalışıyor. Onu tek bir kişi gibi düşünmek mümkün değil. Yaşamının her safhasında, hayatına giren her farklı kadınla bambaşka birine dönüşen, kendiyle ve hayatla hesaplaşmaları bitmeyen, ustaca kurgulanmış, psikolojisi derin, karmaşık bir karakter Hikmet. Yazar, onu ve hayatını daha önce Oğuz Atay okumayanların başlarda yadırgayabileceği bir şekilde anlatıyor. Onu ilk defa okuyan biri olarak, yazım şekline alışmam zaman aldı. Bazı karakterlerin ve mekanların gerçekten varlığının veya yokluğunun bile anlaşılamadığı kitapta, yazarın ince mizahı, acımasızca laf dokundurmaları öyle yerinde ki; roman, okuyucu üzerindeki etkisinin büyük bir bölümünü buna borçlu. Kimi zaman ikinci kişi, kimi zaman üçüncü kişi ağzından ilerleyen romanda Hikmet, hayatının tüm karmaşasını emekli albay Hüsamettin Bey’le olan diyaloglarıyla aktarıyor. Hikmet’in anlattıkları düş mü, gerçek mi; çok da önemli değil aslında. Hikmet’in yaşadığını iddia ettiği gecekondu, aslında hiç var olmamış bile olabilir. Olay örgüsünün olmadığı, çılgın bir monolog dizisi, bir de bakmışsınız ki sizi sürükleyerek içine çekiyor.
Hikmet’in iç çatışmalarından en önemlisi de “Sevgi ile Bilge Sorunsalı”… Bu isimler asla rastlantısal değil. Hikmet Benol; eski eşi Sevgi’yle sevgisiz, Bilge’yle de bilgisiz ilişkiler yaşamıştır. Sevgi’yle olan ilişkisinde, elindeki koz bilgisidir; fakat Sevgi onun coşkusunu, heyecanını anlayamamaktadır. Bilge’yleyken ise kararsız, toy ve bezgin bir Hikmet vardır karşımızda. Tezatlıklarla dolu yaşanmışlıklarını, bilgelik ve sevgiyi aynı kadında bulamadığını albaya anlatan Hikmet için bu derin karmaşık ilişki, Sevgi’yle, Bilge’nin aynı anda kapısına gelmesiyle oldukça ironik bir şekilde sonlanır.
“… Sokağa nasıl çıkılacağını bilmem mesela. Bende hayat bilgisi zayıf albayım. Bilge bunları bilir, bu bakımdan akıllıdır, birlikte olabilseydik insanlık çok yararlanacaktı bundan. Yazık oldu. Şimdi yanımda olsaydı böyle üşümezdim albayım; beni bir arabaya bindirirdi hemen. Ben bunlara çabuk karar veremem albayım. Kararsızlığımla yanımdakilerin canını sıkarım.”
Kitabın sonunda Hikmet’in Bilge’ye yazdığı o meşhur mektup; pişmanlığını, çaresizliğini son zerresine kadar hissettiğimiz, oldukça yoğun duygular uyandıran ve kitapta beni en çok etkileyen yerlerden biri. Mektup şöyle başlıyor:
“Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de…”
Kitaptaki sonu tahmin edebiliyor okuyucu okurken, ama elbette sonundan hiç bahsetmeyeyim ki; bu eşsiz kitabı kendiniz keşfedin. Çünkü bu kitabı okumadan geçirdiğiniz her gün, sizin için bir kayıp.
[box_light]
Kaynakça:
Atay, Oğuz. ‘Tehlikeli Oyunlar’, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2000.
[/box_light]