” Tanrı, ‘İshak’ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriah bölgesine git’ dedi, ‘Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.’ ” (Genesis 18.22.2)
Bazı hikayeler yanlıştır, bazıları yalan, bazılarıysa gerçektir. Anlatmak istediğime, yalan yanlış ya da fazla gerçek ama eskilerden beri çok fazla kez anlatılmış üç hikayeyle ulaşmaya çalışacağım. Siz okuyun, günahı anlatanların boynuna.
***
Magdalalı Meryem, İsa’nın mezarı başında ağlar. Gördüğü mezarın içinde İsa yoktur, yetmez mi ağlamaya? Meleklere yalvarır İsa’yı geri getirsinler diye. Arkasından bir adam seslenir:
-Ne diye ağlıyorsun?
-İsa’yı kaçırmışlar, yerinde yok
Arkadan gelen ses cevap verir:
-Meryem…
Meryem şaşırır. Arkasını döner ve İsa’yı görür.
“Noli me tangere” der yeniden dirilmiş olan İsa. Yani, “bana dokunma”… Meryem’in inanç sınavı başlar, yeniden dirilen İsa’ya inanmalı mıdır? Dokunamıyordur ona, duyumsayamıyordur hiçbir şekilde ve en önemlisi İsa’nın öldüğüne emindir. Duyularının reddettiği bir gerçekliğe inanır Meryem.
Arkasını dönerek düştüğü şüpheyi, İsa’ya dokunmadan inanarak telafi eder.
***
Yunan mitolojisinin ozanlarından Orpheus, uğruna şarkılar söylediği, ağıtlar yaktığı Eurydice, ve ölülerin efendisi Hades‘in hikayesini anlatmam gerekiyor şimdi de.
Mecnun için Leyla, Ferhat için Şirin ne ise Orpheus için Eurydice odur. Hikayem, Eurydice’in ölümü ile başlıyor.
Bir yılan Eurydice’i zehirleyince, Hades ölüler diyarında karşılar onu. Mecnun çöllere düşmüş, Ferhat dağları delmişse, Orpheus da yeraltına, Eurydice’i almaya gitmiştir. Bir sanatçıdır Orpheus ve müzik yapabilir sadece, giden Eurydice’e usanmadan ağıt yakar. Öyledir ki sanatı Hades’in bile kalbini yumuşatır. Git der Orpheus’a, “Eurydice seni takip edecek, arkandan yürüyecek. Ama bir şartım var, bir an bile şüphe etmeyeceksin ondan, olur da emin olamazsan onun arkanda olduğundan ve dönersen arkanı, Eurydice’i sonsuza kadar kaybedeceksin.“
Orpheus, merdiveni çıkmaya başlar. Uzun mu uzun süren bu yolculuğun sonunda, merdivenin son basamaklarına yaklaştıkça, gün ışığı vurur Orpheus’un yüzüne. Gün ışığı demek Eurydice’e kavuşması demektir. Ya da gerçekten öyle midir? Ya onunla birlikte yürümemişse Eurydice. Şüphe düşer Orpheus’un içine.
Arkasını dönmeden inanamaz Orpheus ve Eurydice’i kaybeder. Eurydice yavaş yavaş iner basamaklardan.
***
Dokunmadan inanmak veya arkanı dönmeden inanmak, çok zor ikisi de, ama ahlak dışı değil. En zorunu şimdi anlatacağım.
” Tanrı İbrahim’i sınadı. ‘İbrahim!’ diye seslendi. İbrahim, ‘Buradayım!’ dedi. Tanrı, ‘İshak’ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriah bölgesine git’ dedi, ‘Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.’ ”
İbrahim, eşeğini semerledi. Yola düştü. Günler boyunca konuşmadı İbrahim. İshak da biliyordu ne olacağını. Birlikte yol aldılar. Dağa varınca, İbrahim odunları teker teker dizdi. İshak’ı odunların üzerine yatırdı. Çekti bıçağını, onu öldürmek için.
Şüphe etmedi İbrahim, bıçağı yaklaştırdı, kendisinden çok sevdiği İshak’ın boynuna. Tanrı ona kesmesi için bir koç ve evine götürmesi için İshak’ı verdi.
***
Kierkegaard’ın “Korku ve Titreme” adlı kitabında da bahsedildiği üzere, en büyük iman sınavı İbrahim’inkiydi. Hayat değiştirebilecek kadar etkileyici ama belki bir o kadar da zor bir kitap “Korku ve Titreme”.
80’li yaşlarında bir çocukla müjdeleniyor İbrahim. Karısı inanmıyor müjdeye, İbrahim inanıyor. Vaadedilen vakitte İshak doğuyor. Faniler arasında en sevdiği oluyor İshak, belki de vazgeçemeyeceği tek şey oluyor. Sonra, Tanrı “vazgeç” diyor. Hayır, “vazgeç” demiyor, “öldür” diyor en sevdiğini. İbrahim bir yandan Tanrı’nın oğlunu bağışlayacağına inanırken, sonuna kadar gitmeye asla tereddüt etmiyor. O kadar karartıyor ki gözlerini, en başından beri gözünün önünde duran koçu görmüyor. Şu gerçeği görmenizi istiyorum ki, bir anlık tereddüt etse İbrahim, koçu görecek ve inanç sınavını tamamlayamamış olacak. İbrahim, Tanrı onu durdurana kadar devam ediyor.
İbrahim’in sınavı çocuğunu öldürmesi değil, inancının sağlamlığıdır. Kierkegaard “Eğer imanı önemsiz olarak çıkarırsanız, geriye yalnızca İbrahim’in İshak’ı öldürme isteği ham gerçeği kalır ki, imansız kimse için taklit etmesi kolaydır.” demiştir ki İbrahim’in imanı taklit edilemezdir.
Ya Tanrı ahlak dışı bir şey isterse, “inançlı” ve “dindar” insanların kaçı “insani bir hesaplamanın söz konusu olamayacağı absürdün gücüne” inanabilir, yalnızca en sevdiği değil, üzerinde sorumlulukları olduğu birini öldürebilir. Tanrı’nın buyruğu tüm değerlerimizden önemli midir?
Bir de şunu düşünelim, kaç “inançlı” insan, kendi oğlunu öldürmek üzereyken, oğlu geri verilince ona hiç utanç duymadan gülümseyerek bakabilir ve onu evine götürebilir. İbrahim bunu yaptı; çünkü o yaptığının ahlak dışı ve utanç verici olduğuna inanmadı, o sadece Allah’ın buyruğuna inandı. Bu yüzdendir ki suçluluk duymadı İbrahim. İbrahim az şey biliyordu ama inanıyordu. İbrahim, sadece inanmak için yaşadığını biliyordu. Zengin, fakir, dindar olan(?), dindar olmayan(?), köle, burjuva, arap, zenci ve beyaz herkesin eşit derecede uzak olduğu “inanç” kavramını sadece anlamamış, yaşamış ve hissetmişti.
İbrahim, Tanrı’ya gösteriş yapmadı. Dağa çıkıp, “Allah’ım, onu değil kendimi öldüreyim” demedi. Allah’ın istediğini sorgulamadan sonuna kadar gitti. Ama hiç şüphe yok ki oğlu ondan daha değerliydi, İbrahim de Tanrı da bunu biliyordu. Kierkegaard’ın düşünce dünyasını ve İbrahim’in imanını bu satırlarla anlatmak mümkün değil. Tüm kutsal düzenin en temel ve çok basit ilkesi olan “inanmak” kavramı ilginizi çekiyorsa “Korku ve Titreme” ufkunuzu açacaktır.
“Herşeyden önce Tanrı’nın bize bildirdiklerinin başka hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar kesin olduğunu, kafamıza değişmez bir kural olarak sokmalıyız ve nedenler aksini gösterse ve zıt yönde açık bir kanıt olsa bile, kendi yargımız yerine Kutsal iradeye teslim olmalıyız.” Descartes (Principles of Philosopy)
“Ruh dünyasında herşey tersinedir. Burada bir sonsuz kutsal düzen egemendir, burada yağmur haklı ve haksız ayırmadan üzerlerine yağmaz, burada güneş hem iyi hem de kötünün üstüne doğmaz, burada yalnızca çalışan ekmeği kazanır ve yalnızca ıstırabı bilen huzuru bulur, yalnızca dünyanın altına kadar alçalan sevdiğini kurtarır, yalnızca bıçağını çeken İshak’ı alır.” Kierkegaard