Lübnanlı yazar Amin Maalouf tarafından kaleme alınan Afrikalı Leo, okuyucunun beğenisine ilk defa 1986 yılında sunuldu. Yayınlandığı yıl Fransız-Arap Dostluk Ödülü’ne layık görülen eser; bir gezginin, bir tüccarın, bir bilginin, yani Afrikalı Leo’nun hikâyesini anlatır bizlere. Maalouf’un hem Arap dünyasına hem de Hristiyan âlemine hâkimiyeti bu romanda göze çarpıyor. Amin Maalouf, bir Hristiyan Arap olarak iki dünyayı, birbirinden çok farklı hatta birbirine düşman iki kültürü aynı sayfalarda harmanlayabiliyor.
“Ben, bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı değilim. Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim. Ben yolların oğluyum.” [i]
Afrikalı Leo, Hasan’ın hayatının dört farklı evresinden bahseder. Endülüs Kitabı, Fas Kitabı, Kahire Kitabı ve Roma Kitabı, aslında Leo’nun hatıralarını oğluna anlatmasıdır.
Bu romanda beni etkileyen şey Amin Maalouf’un sosyal ve idari yapıyı anlatmasıydı. Bütün çarpıklıklar, makam savaşları, şehvet içinde yüzen hükümdarlar… Maalouf aslında bize, siyasetin ne kadar çirkin bir kurum olduğunu gösteriyor bütün çıplaklığıyla. Aslında düşündüğümüzde biz de rahatlıkla anlıyoruz ki, bütün siyasi söylemler, insanların duyguları, inançları ve hassasiyetleri üzerinden bir şeyler devşirmek için önümüze servis ediliyor. Maalouf, Afrikalı Leo’da Arap dünyasının sultanları üzerinden bunu anlatır. Düşen Granada’da sultanın hamiyetsizliği ise bunun en büyük ve etkileyici örneğidir bana göre.
Granada ne kadar onun öz toprağı olsa da o, Granada’yı hep uzak bir hatıra olarak saklayacaktır, Hasan el Vezzan, nam-ı diğer Afrikalı Leo. Düşen Granada’yı terk eden Hasan’ın yolculuk macerası böylece başlar. Hasan, Afrikalı Leo, kitapta her zaman gezmeyi ne kadar sevdiğinden bahsetse de, onun büyük yolculuklarının hepsi zorunluluktandır.
Leo zoraki bir gezgindir bence. Hatta tüccarken çok zengin olduğunda bile, kendisi çok büyük yolculuklara çıkmaz. Bütün uzun yolculukları ya bir savaş, ya bir zorunluluk sonucu yapılmıştır. İstanbul’a yaptığı yolculuk dahi Oruç Reis’in zoruyla, Müslüman korsanların elçisi olmasıyla gerçekleşir. Burada çelişkiyi örten ise Maalouf’un üslubudur. Eserde Leo, kadere boyun eğen bir gezgindir. Gezgindir fakat kendini yolculuk yapmak zorunda hissetmedikçe hareket etmemektedir. Hasan ibn Muhammed, tembel ruhlu ve atalete düşmüş bir seyyahtır. Bu yüzden Afrikalı Leo’yu okumak benim zihnimi ve kalbimi aynı anda yordu. Çünkü Leo, benden çok uzakta bir âlemin atalete düşmüş kahramanı. Leo, zoraki yolcu… “Seyyah”ım diyen birinin sürekli kendi isteği ile dünyayı dolaşmasını bekleriz, fakat Leo sürgünlerin seyyahı…
Maalouf’un rastlantıları olayın parçalanamaz kurgusunun ögeleri haline dönüştüren büyülü dili, bizlere zevki, heyecanı, zekâyı ve tutkuyu anlatır. Afrikalı Leo, tutkulu bir âşıktır. İlk gençliğinin anlatıldığı Fas Kitabı’nda Hiba adlı köle kadın, otuzlu yaşlarının anlatıldığı Kahire Kitabı’nda Çerkez Nur, kırklı yaşlarının anlatıldığı Roma Kitabı’nda ise güzel Maddalena… Hasan, hayatının her kısmında bir kadının peşinden sürüklenecektir. Kadınların Hasan üzerindeki etkisi de olay akışının bir parçasıdır. Kadınlar ve Hasan arasındaki ilişkiye bakarak diyebiliriz ki; Fas, hüznün kitabıdır, Kahire tutkunun, Roma ise zekânın…
Maalouf’un romanlarının en sevdiğim yönü ise, gerek Türklerin gerek Arapların gerek de Avrupalıların hepsine “insan” gözüyle bakabilmesi ve hepsini “insan” olarak görebilmesi. Maalouf bu noktada, insanları ırk, cinsiyet, makam ve servet olarak ayırmaz; Maalouf için hümanist demek zannediyorum ki yanlış kaçmayacaktır. Afrikalı Leo, bütün insanlara karşı eşit mesafede bir roman kahramanıdır, Leo için insanlar, iyi ve kötü diye ayrılırlar. Leo, Bir Tunuslu ile aynı masada içki içebilir ve bir Lutheryen papazla Hristiyan dünyasının sorunlarından konuşabilir. Hasan’ın, Leone de Medici olana kadar geçen yaşamına bakarak anlarız ki Maalouf bütün insanlara aynı mesafededir ve bütün herkese karşı açık görüşlüdür. Hatta yazının başında da belirttiğim gibi Maalouf iki farklı dünyayı çok güzel harmanlar. Roma’da doğan oğluna Yusuf adını verir fakat onun Guiesseppe olarak vaftiz ettirir. Burada da Maalouf’un göstermek istediği iki farklı dünyanın birbirlerinden aslında o kadar da uzak olmadığıdır. Bu yönüyle de romancı bana bir ders verdi. Günlük hayatımızda insanları sürekli gruplandıran sürekli yargılayan bizler… Güncel siyasi gidişatın bir sel gibi bizi sürüklediği her yere gidiyoruz. Oysaki düşmanlıklarımızın, nefretlerimizin ötesinde hepimiz insanız.
Maalouf, insanı insan olarak kabul eder ve romanlarındaki temel uğraşı budur. Bence bunu ispat etmeye Afrikalı Leo’nun dilinden aktarılan şu sözler yeterlidir:
“Sen Roma’da Afrikalı Leo’nun oğluydun, Afrika’da Rumi’nin oğlu olacaksın. Nereye gidersen git birileri sana derinin rengini ve dualarını soracak. İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Yahudi olsunlar seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar.”[ii]
[i] Maalouf, Amin; Afrikalı Leo, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998, Sayfa 11
[ii] a.g.e. Sayfa 335
Ayşe Demirbaş
Kalemine sağlık. Herkesin okuması gereken bir kitap
Görkem Altıok
En sevdiğim Maalouf kitabının önemli noktalarına çok güzel değinmişsin. Yazıyı okurken sürekli aklıma ilgili bölümler geldi ve gülümseyerek okudum, eline sağlık.