Polisiye ve psikoloji romanları denince şüphesiz akla gelen ilk isimlerdendir Jean-Chisthipone Grangé . Daha önce hiç okumayanlar için kısaca Grangé tanıtmak lazım. Yıllarca gazete ve haber ajansları için polisiye haberleri araştırmış ve bu altyapısını kullanarak kendini alanının en önemli isimlerinden biri haline getirmiş. Bunun yanında Grangé kitapları sadece seri cinayetler içermez, karakterlerin psikolojik analizlerini de içerir. Her kitabında katili tanımaya ve cinayeti doğuran psikolojik nedenleri anlamaya odaklanır ve bu arada sizi de insan psikoloji hakkında büyülü bir yolculuğa çıkarır.
Evet birçok başarılı polisiye yazarı var, ya da çok tutan psiko analiz kitapları. Peki Grangé’i bu kadar özel kılan ne? Bence onun romanlarını bu kadar farklı ve başarılı kılan şey yaptığı ülke betimlemeleri. Fransız bir yazar olduğu için başlangıç noktaları genelde Fransa olsa da her romanında farklı ülkeleri ele alıp, satır aralarında sizi bilgi yağmuruna tutar. Sahneleri de o kadar güzel betimler ki gitmediğiniz görmediğiniz yerler bile kitabı okurken gözünüzde canlanıverir. Her kitabında başka bir ülkeye doğru yolculuğa çıkarsınız. Grangé bu sefer, Kaiken ile bizi güneşin doğduğu topraklara*, Japonya’ya götürüyor. Kitabın eleştirisine başlamadan bir ayrıntıyı belirtmeliyim. Fransa’da 2012 yılında satışa sunulan kitap, maalesef Türkçe çevirisi geciktiği için 2013 yılının yazında Türk okurlarıyla buluştu. Ben okumakta biraz geç kaldım maalesef.
Kitaba dönersek; Kaiken samuray eşlerinin intihar etmek için kullandıkları hançerin adı, ki okuyunca kitabın adı büyük anlam kazanıyor. Japonların kültüründe çokça yer alan intihar kitabın ana teması bence. Japon kültürüne aşık bir Fransız polis ve kültüründen kaçmak için güzelliğini kullanan eski bir Japon modelin, intihar kültürü hakkındaki farklı bakış açıları benim gibi Uzak Doğu hayranları için kitabı okunası kılıyor. Ayrıca Japonların ne kadar inkar etseler de geçmiş kültürlerine ne kadar bağlı olduğunu ve yabancılara nasıl davrandıklarını da net bir şekilde görüyorsunuz kitapta.
Kitabın polisiye kısmı ise Grangé’in tarzına alışık okurları biraz şaşırtabilir. Grangé’in romanları genelde basit nedenlere dayanan karışık psikolojik ruh halleri yüzünden işlenen cinayetlerin çözümünü anlatır. Bu kitapta iki farklı olayı iki farklı bölümde anlatmasını ben pek beğenmedim. Kitabın ikiye bölünmesi kurgu gücünü azaltmış bu da benim sonuna olan merakımı azalttı. İlk sayfaları okurken belki pek sevmeyebilirsiniz ama mutlaka devamı için ona bir şans tanımalısınız. İlk bölümde katil belli, nedenleri belli ama ortada onu delillere bağlayacak hiçbir şey yok. Siz de Passan (Fransız polisimiz) ile birlikte sinirlenip çaresiz hissediyorsunuz. Bütün bu bilinenlerinin ortasında gerçekleşen bir sürü gizemli olayı bir nedene bağlamaya çalışıyorsunuz. Derken katilimiz değişiyor, ikinci bölüme geçiliyor. Grangé işte ikinci bölümde Japonya’yı daha iyi, daha derinden tanıtıyor. Hikaye Japonya’ya taşınıyor. İki bölüm de ayrı ayrı çok başarılı ama ikisinin 383 sayfalık, Grangé’e göre ince sayılabilecek, bir romanda yer alması beni hayal kırıklığına uğratan. Ancak yine de Grangé kalitesini bu romanında da belli ediyor. Eğer polisiye seviyorsanız ve hala bir Grangé kitabı okumadıysanız hemen almanızı öneririm.
*Japonya, Japonca’da “Nihon” yani “Güneşin doğduğu topraklar” anlamına geliyor.