Okuyacağı kitapları adıyla seçenlerdenim ben de. Ne kadar bilinçli bir okuma süreci oluyor bilmem ama; bir kitabı elime aldığım zaman dikkatimi çeken ilk şey adı, ikincisi ise ön kapağının tasarımı oluyor. Adınla çağır beni‘ yi de elime aldığım ilk anda tüm dikkatim bu başlığa yönelmişti: Adınla çağır beni. Bir başkasının adıyla çağrılmayı istemek, bir başkası olmayı istemek miydi? Bir başkası olma isteği nereden doğabilirdi? Kıskançlıktan mı? Başarısızlıktan mı? Aşktan mı? Romanın arka kapağındaki açıklamanın ilk kısmını okudum:
Aşk birden çıkar insanın karşısına; yakalamak ya da ıskalamak size kalmış. Bazen ‘aşk’ olduğunu anlamazsınız, bazen de anlasanız bile onu tutmak, kendinize saklamak zordur.”
Evet, başka birinin adıyla çağrılma isteği aşktandı demek ki. Gerisi üzerinde çok durmadım ve hemen aldım romanı. Odama gelince ise, yine her zaman yaptığım gibi, okumaya başlamadan arka kapakta yazılanların tamamını okudum:
“Saf tutkunun dönüştürücü etkisini olağanüstü bir üslupla kaleme alan André Aciman, iki erkeğin gözlerinden damarlarına akan bir aşkı okuyucuya yaşatıyor.”
İşte o an kitabın ön kapağındaki resim anlam kazandı benim için: yüzen iki erkek silueti. Evet, iki erkeğin aşkı karşımda okunmayı bekliyordu.
Sanırım karşılarındakinin ismiyle çağrılmak isteyen bu iki erkeği tanıtmakla başlamalıyım önce. Elio ve Oliver. Elio, eğitimci bir ailenin televizyon dahi izlemeden büyüttüğü ve -Oliver’in deyimiyle- “her şeyi bilen” 15 yaşındaki oğlu. Oliver ise her yaz Olie’nin evlerini ziyarete gelen, babasına işlerinde yardımcı olurken kendi akademik çalışmalarını da devam ettiren yaz misafirlerinden biri. Aslında bundan çok daha fazlası; çünkü Oliver’in gelişi ile Elio fiziksel ve ruhsal boyutta bir sorgulama sürecine giriyor ve kendini tanımaya, kendine karşı koymaya çalışıyor. Karşı koyma çabalarının sonunda ise kendini her defasında Oliver’de buluyor.
Elio’nun gözünden Oliver’i tanıtarak başlıyor André Aciman romanına ve siz zamanla Elio’nun hislerine ortaklık ederken buluyorsunuz kendinizi. Oliver için “Biz tek bir çalgı için yazılmamışız; ne ben, ne de sen.” diyor çünkü Elio. Elio’nun, Oliver’in “bir sözcüğüyle mutlu, başka bir sözcüğüyle de aynı şekilde perişan” olduğunu görüyorsunuz; tıpkı aşıkken size olduğu gibi.
Elio, Oliver’i tanıtırken sadece kendi hislerini ve düşüncelerini de yansıtmıyor üstelik. Annesinin gözündeki “la muvi star” Oliver’i yansıtıyor. Babasının, Oliver’in kendisine “Prof.” demesine göz yumacak kadar onu benimseyişini; evin yardımcısı Mafalda’nın kahvaltılarda diğer herkese hizmeti bırakıp Oliver’in yumurtalarını soyacak kadar onu sahiplenmesini anlatıyor. Aciman’ın Oliver’e böyle bir imaj kazandırmasının altında ise, okuru Elio’ya yakın hissettirme fikri yatıyor bence. Bu anlatımlarla okur, birçok karakterin yorumları ve tutumları aracılığıyla olumlanan Oliver’e yakınlaşıyor ve Oliver’i bu denli sevilen bir imaj çerçevesinde tanıdığı için; Elio’nun ona aşık olmasını da yadırgamıyor haliyle.
Başlarda Elio’nun tek taraflı arzuları odaklı olan anlatım, zamanla yerini Elio ve Oliver’in birlikteliklerine bırakıyor. Fakat Oliver’in ABD’ye dönmesine çok kısa bir süre kala başlayan bu birliktelik, başladıktan kısa süre sonra son buluyor. Okur, tam da bu iki adamın mutluluklarına şahit olmuşken; Oliver ve Elio’nun yolları yirmi yıl sonra yeniden kesişmek üzere ayrılıyor.
Yirmi yılın sonunda ne oluyor peki?
Evli ve iki çocuk babası Oliver ile kendi yolunu çizmiş Elio. Ne durumdalar? İkisi de birbirleri olmaksızın öyle çok yollardan geçmiş, öyle şeyler görmüşler ki; artık aralarında hiçbir ortak zeminleri kalmamış. Geriye kalan ne peki? “Hayalet yerler“, “bir ışık yılı kadar uzak” yarınlar ve yüz yüze bakıp birbirlerine daima kendi adlarıyla hitap edecek iki adam.
Romanı okuduğunuz takdirde; bu aşk hikayesine André Aciman’ın anlatımı eşliğinde şahit olmak ve ikindi vakti İtalya’nın B. kasabasının huzurunu koklayabilmek eminim çok daha keyifli olacak.