Merhaba GazeteBilkent okurları !
Bildiğiniz üzere, GazeteBilkent yazarı olmayanların “misafir yazar” olarak içeriklerini bizlerle paylaşması mümkün. 1 Eser 3 Üniversitesi yazı dizimiz de tam olarak bu konseptten yola çıkarak oluştu. Bu noktada, farklı üniversitelerde okuyan öğrencilerin ortak çalışmalarının ürünleri nasıl olur sorusu bizlere ilham verdi. Böylece kültür ve sanat konularıyla ilgili olan her okurumuz için onların da yazabilecekleri yeni bir içerik hazırlamaya karar verdik.
Süreçten bahsetmem gerekirse, öncelikle yeni yazı serimizde 3 farklı üniversitede okuyan öğrenciler tanışıyorlar. İlgi alanlarından, zevklerinden, sanata dair düşüncelerinden bahsediyorlar. Devamında, öğrenciler ortak beğenilerinden yola çıkarak birlikte yazacakları kültür sanat içeriğine karar veriyor. Sonrasında karar verdikleri içerik onlarda nasıl karşılık buluyorsa bireysel olarak yazıyorlar. Dilerlese, akademik bir üslup dilerlerse lirik bir dil. Hem biz GazeteBilkent ailesine hem de siz değerli okuyucularımıza yeni bakış açıları sunabilmeleri tek kriterimiz. Yani bizim için önemli olan, kendilerini ifade etmeleri.
Yazı serimizin altıncı grubunda Başkent Üniversitesi’nden Sümeyye Muftarević, Hacettepe Üniversitesi’nden Berfin Akgül, Boğaziçi Üniversitesi’nden Elif Çanga yer alıyor. Sanatın konusu olan yalnızlık hakkında yazdılar. İlgileri için ve ortaya çıkardıkları bu yaratıcı yazı için onlara teşekkür ederim.
Elif Çanga, Boğaziçi Üniversitesi, Ekonomi
BİR FİLMDE YALNIZLIK: HER
Şüphesiz tüm insanlığın kesişim noktasıdır yalnızlık. Ne kadar yalnız olmadığımıza inandırsak da kendimizi aslında doğamız gereği bir şeyleri içselleştirip gelişebilmek için yalnız kalırız. Çünkü çevremizde ne kadar insan olursa olsun her gece uyumadan önce kendimizle baş başayızdır. Kendimizi düşünce nehrine bırakıp hayal dünyamıza kapatırız ve böylelikle kendimizi keşfeder hayata daha sıkı tutunuruz. Fakat bu yaşadığımız yalnızlık süreleri bizi ayırır başkalarından. Kimileri mümkün olduğunca paylaşarak az yaşarken yalnızlığı. Kimimiz de paylaşmayı unutur ve korkar paylaşmaktan. Melankolik hayatlarında heyecan arayışlarındadır onlar. Şimdi bahsedeceğim film de biraz bununla ilgili.
‘Her’ filmi izlediğim ilk andan son ana kadar pek çok şeyi sorgulattı bana. Pek çok insan gelip insan geçse de yaşamlarımızdan bizde olan paylaşmaya açlık duygusu her daim var oluyor sanki. Öyle ki filmde birlikte büyüdüğü eşinden farklılaşıp ayrılan Theodor büyük bir melankoli içindedir. Tek başına yaşadığı dairesinde hayata tutunacak ve heyecan uyandıracak birisini aramaktadır. Fakat kimsede yoktur aradığı. Çünkü günümüzün modern insanı artık vaktinin büyük bir kısmını sosyal ağlarda hiç tanışmadığı insanlarla geçirmekte ve asosyalleşmektedir. Ve de en sonunda gerçek hayattan kopan insan yalnızlığıyla baş başa kalır. Filmin günümüze ve kent hayatına en büyük eleştirisidir bu bence. Sadece Theodor değil, sanki bütün şehir yalnızlığı yaşıyordur. Oynadığı oyunla bile anlaşamazken Theodor, aradığı heyecanı ve mutluluğu bir işletim sisteminde bulur. Başta çekinir insanlara konuştuğu kişinin bir yapay zeka olduğunu söylemeye. Ama sonra hisleri o kadar güçlenir ki artık utanmaz. Çünkü o onun için bir işletim sistemi değil; hayatı, hislerini, düşüncelerini paylaştığı, adeta kendine ayna olan bir yol arkadaşı olmuştur. Bu film bana birine bağlanmak ve yalnızlıktan uzaklaşmak için sadece fiziksel bağlara ihtiyaç olmadığını hatırlattı. Çünkü insanlar olarak aradığımız şey aslında bedensel tatmin yerine ruhu beseleyen sevgi. Günümüzde bu çoğu kişi tarafından yadırgansa ve unutulsa da içimizdeki boşluğu dolduracak sevgiyle ancak doyurabiliyoruz paylaşma açlığımızı. Bu sevgi de filmde bir yapay zeka ve insan arasında ortaya çıkabiliyor nitekim. Çünkü sevgi gerçekliğe ve sahteliğe bakmadan kabul eder her şeyi. Somut yada soyut, görmeden de hissedebilmek, yargılamadan benimsemektir sevgi. Filmde de bu çok güzel bir şekilde yansıtılmış bence. Bir bedene ihtiyaç duyan işletim sistemi Samantha ile insan bedeninin sınırlılığıyla yaşayan Theodor’ un başta birbirlerine benzeme çabasını görürüz. Bir beden arayışında olan Samantha ve dünyayı yeni öğrenme heyecanında olan Samantha’ya benzemeye çalışan, onun gibi coşkulu olmaya başlayan Theodor artık birlikte yalnız değillerdir. Fakat sonra birbirlerini olduğu gibi kabul ederler. Theodor, insan bedeninin sınırlı dünyasında kalırken, Samantha farklı dünyalarla ve farklı insanlarla bağ kurmaya ve daha da hızlı bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Ve bu yüzdendir ki artık birlikte olamazlar. Çünkü biz insanlar ne kadar farklı oluşumuzdan etkilenip birlikte olmaya başlasak da aynı zamanda bu farklı oluşumuzdan dolayı olur paylaşımımızın sonu. İşte bu yüzdendir ki hayat hep farklı insanlar çıkarsa da en sonunda özellikle de yaşadığımız, gerçeklikle yapayın arasındaki farkı göremediğimiz, bu sanal çağda yalnızlığımızla barışık olmaya muhtacız. Tabii ki paylaşmayı ve yeni kişilere her zaman açık olmayı unutmadan. Bu film de insan olarak paylaşmaya olan zaafımızı ve sadece kendimiz olarak kabul edilmenin yaşadığımız bu yargılar çağında ne kadar zorlaştığını gösteriyor. Herkesin kendi sanal dünyasına çekildiği bu distopyada insanı olduğu gibi kabul eden, yargılamadan seven sadece bir işletim sistemi oluyor. Uzun süren evlilikler bitiyor, sevgiler kayboluyor, herkesin kendi kabuğunda yaşadığı yalnızlıklarla mutsuzluk artıyor. Öyle ki dünyaya meraklı bir tek işletim sistemleri kalıyor. Elbette bu karamsar bir distopya fakat içimizdeki sevgiyi ve hayata bağlılığı unuttuğumuz her gün sanki biraz daha yaklaşıyoruz bu distopyaya ve kaçınılmaz yalnızlığa. Siz de eğer böyle bir geleceği sorguluyorsanız, ben bu filmi çok öneririm. İçimizdeki sevginin değerini unutmadan yaşayabilmenin yolunu bulmamız dileğiyle…
Sümeyye Muftarević, Başkent Üniversitesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik
Yalnızlığın Şairi: Cemal Süreya
“… Ne olmuş her fırsatta
kendimle konuşuyorsam?
Bakma sen,
yanlış demiş eskiler.
Kendi kendine konuşana
Deli değil, yalnız derler.”
Yaşanılan zorluklara rağmen Türkiye’nin en büyük aşk şairi olmuş Cemal Süreya’ya ait bu dizeler. Aşkın şairi olmasından çok yalnızlığın şairi belki de. Çünkü bu kadar güzel sevebilmek ve bağlanabilmek ancak büyük bir yalnızlığın sebebi olabilir. Cemal Süreya aslında bu dizeler ile yalnızlığın insanı kendi kendine esir edişini çok güzel bir yolla anlatmış. Onun da burada dediği gibi yalnızlık insanın en büyük çaresizliği.
Küçük yaşta doğduğu topraklardan ailesi ile bir yük vagonuna bindirilerek göç etmek zorunda kalmış: “Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi.” diye bahsetmiş Cemal Süreya o yük vagonunda geçen günlerinden. Küçük Cemallettin Seber’in bilinmeyene yolculuğu o zaman başlamış. Ama bu uzun yolculuğun sonu aynı zamanda onun yalnızlığının başlangıcı olmuş. Göç ettikleri Bilecik yolunda ileride edebiyat ile ilgilenmesinin asıl sebebi olarak bahsedeceği küçük kalbindeki o kuş, biricik annesi Gülbeyaz Hanım’ı kaybetmiş ilk olarak. Bir röportajda konu vefat eden annesinden açılınca Cemal Süreya hüzün dolu bir ses tonu ile annesi ile çok vakit geçirememiş olsa da onun içinde bir yerde kaldığını, tavırlarını hatırladığını dile getirmiş. Daha anne şefkatini ve kokusunu hissedemeden üvey anne zulmü görmüş daha gencecik bir delikanlıyken. Yıllar sonra da bir trafik kazası sonucu babası Hüseyin Bey’i kaybetmiş. Kılavuzunu kaybetmiş Cemal Süreya.
Aşkın ve yalnızlığın şairi Cemal Süreya hem eğitim hayatı hem de memuriyet hayatı sebebiyle birçok şehir değiştirmiş. Ama kendisinin de dediği gibi gittiği her şehre yalnızlığı da götürmüş beraberinde:
“… Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası.”
(Göçebe)
En etkilendiği şehir İstanbul olmuş hepsinin arasından. İstanbul’un yaşayan bir kent olduğunu hissetmiş. İçinde hayat barındıran bir şehir olduğunu. Sanki çilelerin coğrafyası Anadolu’dan sonra İstanbul’da gerçekten yaşadığını hissetmiş. Aynı zamanda İstanbul’dan çok karmaşık ve asimetrik bir şehir olarak bahsetmiştir. Belki de insanın yaşam üzerine derin düşüncelere dalamayacağı kadar insanı meşgul edişi ve hayatın İstanbul’da çok hızlı şekilde akması Cemal Süreya’nın yalnızlığını biraz da olsa unutmasına sebep olmuş olabilir.
Cemal Süreya içinde bir yerlerde sevdiklerini kaybetmiş acı çeken o küçük çocuğu hep taşımış bence. Bir röportajında: “Hayatımın ana çizgisi nedir diye düşündüğümde buldum: Şefkat arıyorum.” demiştir. Zor geçen çocukluğu ve gençliği sonrası yalnızlığının ilacını kadınlarda bulmaya çalışmış şairimiz. Bir sürü kadın sevmiş. Hepsine çok güzel şiirler yazmış. Sevdiği tüm kadınlarda daha ona doyamadan kaybettiği annesinin bir parçasını bulmuş belki. “Beni Öp Doğur Beni” şiirinde bu anne şefkati ihtiyacını sevdiği kadına: “Öp beni sonra doğur beni.” diyerek en dokunaklı şekilde anlatmış:
“…
Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
uykusuzluğun sütlü inciri
kovanlara sızmıyor
Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.”
(Beni Öp Doğur Beni)
Cemal Süreya’nın hayatı boyunca birçok dönüm anı olmuş. O bu dönüm anlarına benim doğum anlarım demiş hep. Çünkü yaşadığı her olay farklı bir Cemal Süreya meydana gelmesine sebep olmuş. Büyük bir aşk yaşadığı, uğruna büyük aşk şiirleri yazılan bir zamanlar onun hayat arkadaşı olan Tomris Uyar da Cemal Süreya ona sorulduğu zaman: “Ben bir tane Süreya biyografisi düşünemem. Üç tane yazılabilir. Üçü de apayrı.” demiş ve içinde birden fazla Cemal’i barındıran şairi en yalın ve güzel şekilde anlatmıştır. Aslında Cemal Süreya da birçok röportajında hayatının üç doğum noktası olduğunu hep dile getirmiştir. Bunlar göç, annesinin vefatı ve lise yıllarında Dostoyevski ile tanışmasıdır. Bu üç olay her seferinde yeni bir Cemal’in doğuşunun sebebi olmuştur.
Cemal Süreya her zaman sayısız eseri bize armağan etmiş çok bilge bir yazar olarak hatırlanacaktır bence. “Sevda Sözleri” aşıkların başucu kitabı olmaya devam edecektir. Ben Cemal Süreya’nın bize çok önemli bir şey öğretmiş olduğunu düşünüyorum. Onun yaşamından da anlayabileceğimiz gibi yalnızlık ancak sevgi ile üstesinden gelinebilecek bir şeydir. Yalnızlığa karşı çevremizdekileri sevmek ve bununla başa çıkmak bizim elimizdedir. Bu yüzden ne olursa olsun asla sevmekten vazgeçmeyin çünkü Cemal Süreya’nın da dediği gibi: “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”
Kaynakça:
https://www.fikriyat.com/edebiyat/2018/01/09/yalnizligin-ve-askin-baskenti-cemal-sureya
http://www.milliyet.com.tr/cemal-sureya-kimdir–kisaca-hayati-ve-eserleri-molatik-8179/
https://pdrrehberi.com/cemal-sureya-gercekten-sevdi-mi
Berfin Akgül, Hacettepe Üniversitesi, Fizyoterapi Ve Rehabilitasyon Bölümü
Yalnızlık nedir sizce? Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı yani Bay C. kendini toplumdan ayrıştırmış bir karakterdir. Çevresini dikkatle izler C.,modernleşmenin insanları ne kadar uzaklaştırdığının farkındadır. Herkes yanyanadır fakat yabancıdır birbirine.
Toplumun ortak değer yargıları olarak görülen birçok şey C. için bir anlam ifade etmemektedir. Topluma karşı bu tutumu onu büyük bir yalnızlığa itmiştir. Kalabalıktadır ve yalnızdır. Bay C.’nin hissettiği bu yalnızlık ve yabancılaşma hissinin arka planında ise babasına duyduğu nefret yatmaktadır. Ondan kalan mirası önemsemeden harcayarak bir nevi ondan intikam alır. Ona benzemek istemez fakat birçok yönüyle babasından izler taşımaktadır.
Ruhsal olarak büyük bir boşluk içinde olan C. sürekli bir arayış içindedir. Aradığı hayalindeki kadındır. Bu kadın ise 1 yaşında kaybettiği annesi ve onu büyüten teyzesi Zehra’ya göre şekillenmiştir.
“- Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap…
– Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
– Anlamadım.
– Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur.” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
Yalnızlık bazen kişiyi bir bitişe götürürken bazen de yeni bir başlangıça hazırlar. C.’yi yalnızlıktan kurtaracak olan, ikinci bir hayata kavuşturacak olan da sokaklarda karşılaşmayı umduğu kadındır. Bay C.’nin iki ilişkisinde de aradığı kadın olmadıklarını anladığı nokta, birbiriyle örtüşmektedir aslında. İkisinin de toplum değer yargılarına önem vermesi ve buna göre yaşamak istemeleri C.yi tekrardan bir arayışa sürükler.
C. kendisinin bir benzerini aramaktadır. Onu gördüğünde tanıyacağını düşünür, tamamlanacağına inanır.
“Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.”
“Yıllardır aradığını bulur bulmaz yitirmesine sebep olan bu saçma, alaycı düzene boyun eğmiş gibi kendini koyverdi. Şimdi ona istediklerini yapabilirlerdi. Yanındaki polis kolunu sarsıp, ummadığı yumuşak bir sesle sordu:
—Ne oldu? Anlat.
—Otobüse yetişecektim…
Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu;
anlamazlardı.”
Belki de ona asla ulaşamayacağının farkındadır Bay C.
Yalnızlık sadece fiziksel değil, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanında üzerinde durduğu gibi ruhsal bir olgudur da. Bay C. Güler’i ilk gördüğünde onun değil de mavi montlu diğer kız yani B.’nin peşinden gitseydi yalnızlığı sona erecek, ruhunu tamamlayabilecek miydi? Bana kalırsa hayır çünkü bu arama halini seviyordu C.
Romandan son alıntıyla yazıyı bitirmek istiyorum. C.’ye içten bir yanıt vermeliyiz bence.
“Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?”