Küçükken annem yaşıtlarımın izlediği Sihirli Annem, Selena, Winx gibi bana kötü örnek olacağını, hayal gücümü sınırlayacağını düşündüğü dizileri ve çizgi filmleri izlememe izin vermezdi. Aynı şekilde güzellik algısını tek bir kalıba sokmama sebep olabilecek oyuncaklar da almamıştı. Mesela benim hiç Barbie bebeğim olmadı. Çizgi filmlerim, dinlediğim şarkılar ve oyuncaklarım arkadaşlarımınkinden hep farklıydı.İzlediğim çizgi filmlerin fikir dünyam üzerinde oldukça büyük bir etkisi olduğuna inandığımı söylemem gerekir. Çünkü günlük hayatımdaki bazı karelerde hȃlȃ bu çizgi filmleri hatırlıyorum ve sanki onlardan birinin içindeymişim gibi hissediyorum.

Bende etkisi çok büyük olan filmlerden birçoğu hiç şüphesiz Miyazaki’nindir. Miyazaki, animeleriyle ünlü Japon film şirketi, Studio Ghibli’nin kurucularından ve en iyi çizerlerindendir. Muhteşem hayal gücü ve çizim yeteneğiyle bana göre gelmiş geçmiş en iyi animeleri yapmış olan Miyazaki’nin filmleriyle ben Ramazan Bayramı’nda tanıştım. Tüm kuzenlerim ve kardeşim bayramda şeker toplamaya çıkarken ben televizyonun otuz santimetre ilerisinde büyülenmiş bir şekilde Miyazaki’nin filmlerini izliyordum. Bayramın her günü farklı bir filmi TRT Çocuk’ta yayımlanıyordu ve bu filmleri izlemek için uykumdan feragat edip erkenden kalkıyordum. Şu an bile onun filmlerini her izlediğimde, kendimi sekiz yaşındaymış gibi hissediyorum.

Miyazaki’nin filmlerinin büyüleyiciliği karakterlerinin masumiyeti, film müziklerinin muhteşemliği, hikȃye örgüsünün insanı içine çekmesi gibi birçok sebebe bağlanılabilir. Sanırım benim için bu filmlerde büyüleyici olan, karakterleri kendimle özdeşleştirmem ve az önce saydığım etkenlerin hepsinin birleşip, Miyazaki’nin istisnasız her filminde bana aynı tarif edilemeyen hissi yaşatmasıydı. Bu hissin adını koymayı yıllardır deniyorum ve şu ana kadar bulabildiğim en iyi isim “Miyazaki hissi” oldu.

Ben on yaşındayken, anne ve babamın işi yüzünden Ankara’dan Düzce’ye taşındık. Yaklaşık sekiz yıl orada yaşadık. Düzce oldukça küçük, yapacak pek bir şey olmayan, sıkıcı bir şehir. Ancak Miyazaki hissini Düzce’deyken oldukça sık yaşıyordum. Bunun sebebinin yaşadığımız yer olduğunu düşünüyorum.

Düzce’nin bana göre güzel olan belki de tek özelliği doğayla tamamen iç içe olmasıydı. Ağaçlar kesilmemiş, insanların ailelerinden kalan evleri yıkılmamış, tarlalarının üzerine binalar yapılmamış bir yer. Düzce’de oturduğumuz yer Çerkes mahallesiydi ve doğanın çok iyi korunduğu ve en güzel şekilde düzenlenmiş bahçeli müstakil evlerin sıra sıra dizildiği bir yerdi. Okuldan eve doğru giderken, ağaçların arasından yükselen, üzeri yosun tutmuş, gri su deposunun arkasında batan turuncu güneşi ve güneşin bomboş tarlaların üzerine uzanmasını büyük bir huzurla izleyebiliyordunuz. Aynı Miyazaki’nin filmlerinde olduğu gibi.

Doğa Miyazaki’nin, filmlerinde oldukça özenle ve detaylı bir şekilde üzerinde durduğu bir konu. Bazı filmlerinde öyle sahneler var ki, gün ışığının yarı geçirgen ağaç yaprağından nasıl çimenlerin üzerindeki yağmur damlalarına ulaştığını görebiliyorsunuz.

Miyazaki’nin bende uyandırdığı bu hissin nasıl tarif edilmesi gerektiğini bilmiyorum. Umut, mutluluk ama sanırım biraz da burukluk. Çocukken yaptığım gibi pijamalarımla yatağımdan fırlayıp televizyonun başına koştuğumda, Miyazaki’yi yerinde bulamamanın burukluğudur belki. Her nesil, kendisininki için aynısını söyleyecektir ama, benim çocukluğum gerçekten en iyisiydi. Teknolojinin hayatımıza girmeye başladığı ve çocukların sokakta oynamaktan hȃlȃ zevk aldığı ara bir dönemde geçti benim çocukluğum. Miyazaki’ninse, şu an olduğum kişiye katkısı çok büyük. Düzce’deyken defalarca o yosunla kaplı su deposunun önündeki yokuştan dereye doğru bisikletimi sürdüm ve aklıma hep Laputa filminden bir sahne geldi. Her defasında. Gökteki bir kale olan Laputa’yı koruyan bekçi robot.

O su deposunun bana neden bu robotu çağrıştırdığını açıklayamam, ama Miyazaki’nin ruhumdaki etkilerini anlatmak için bundan daha somut bir örnek bulamıyorum. Çocukken izlediğimiz, yaptığımız, gördüğümüz şeylerin bizleri ne kadar etkilediğini gözle görmek bazen zor olabilir. Ancak yürüdüğüm köy yollarında, yanından geçtiğim su depolarında ve yeni yağmış yağmurun içinden geçip kırılarak çimenlerin üzerine düşen gün ışığında her defasında Miyazaki’yi buluyorsam, geçmişe özlem duyduğumda hep onun filmlerini izleyip teselli buluyorsam, bu Miyazaki’nin ruhlara dokunmadaki yeteneğindendir.

 

Leave a Reply