2009 yapımı bu film, ‘L’élégance du Hérisson’ adlı romandan, yönetmen Mona Achache tarafından beyaz perdeye ‘Le Herisson’ adıyla aktarıldı. Başrollerini Josiane Balasko, Garance Le Guillermic ve Togo Igawa’nın paylaştığı yapıt, drama dalında son beş yılda çekilen en iyi filmlerden birisi olup; 2010 yılında Türkiye’de ‘Yaşamaya Değer’ adıyla vizyonda yerini alarak, en iyi yönetmen, en iyi soundtrack ve en iyi sinema uyarlaması gibi çeşitli dallarda ödüle layık görüldü.
“Yetişkinlerin sinekler gibi aynı cama çarptıkları bir dünya bu.”
Yaşamını, anlamsız uğraşlar içinde, kavanozdaki bir balık misali sürdürüp tamamlamak ve en nihayetinde öylesine klozete atılmak istemeyen Paloma; 12. yaş gününde kendini öldürme kararı alır. Psikolojik buhranlar içinde sıkışıp kalmış bir anne ve bir bakanın ikinci küçük kızı olan Paloma, önünde bulunan 165 gün boyunca kendini, yaşanılan bu hayatın ne kadar saçma olduğunu kanıtlayan bir belgesel çekmeye adar.
“Hiçbir şeyin anlamı yoksa bile aklın bununla yüzleşmesi gerekir.”
Burjuva hayat tarzını benimsemiş, kendinden olmayanı ötekileştiren insanlarla dolu bu apartman dairelerden birinin boşalması sonucu Mr. Kokuro’nun taşınmasıyla Paloma’nın da hayatında, kapıcıları Renee ile olan ilişkisi de dahil olmak üzere bir çok nokta değişmeye başlar.
“Aynı anda birden fazla şey olabilirsin Renee.”
Apartman sakinleri ve onlar için çalışanlar arasındaki iletişim, aynı zamanda hem kapıcı hem insan olmanın önemi, medeniyet ve insana verilen değerin katmanlı yapısı; filmde yönetmen tarafından çeşitli ayrıntılarla seyirciye sorgulatılıyor. Film boyunca birbiriyle kesişen küçük ve basit hayatlar; benliğimiz ve ona kattığımız anlamın, yalnızca diğerlerinin bizi nasıl gördüğüyle değil, nelerden kaçtığımız ve nerelere saklandığımızla da alakalı olduğunu anlatıyor.
“Acaba kaderim alnımda yazılı mı? Ölmek istememin sebebi ona inanıyor olmam. Peki ya daha olmadığımız bir şeye dönüşme ihtimalimiz olsaydı? Acaba hayatımda, bana tahsis edilenden başka bir şey yapabilir miydim?”
Paloma’nın kendi varlığına karşı hissettiği bulantı, Sartre’ın varoluşçuluğundan özetle, özgürlüğünü ve bağımlılığını sorgulamasına neden oluyor. Geleceğin bilinmezliği, aslında Paloma için çok belirgin özelliklere sahip, kaçınılmaz bir sonuç. Ailesinden kaynaklı zenginliği; ablasının, her istediğini elde etme arzusuna yönelik takıntıları; aslında onlara benzemese de aynı fanusun içinde bulunduğu gerçeğini değiştirmeyen kanıtlar Paloma’nın gözünde. Yaşamını sonlandırmak istemesi de, aslında varlığına anlam kazandırmak ve öz benliğine ulaşmak için çok doğal bir yol olarak şekil buluyor. Tam da hesapladığı ölümüne iki hafta kala; Çinli komşusundan öğrendikleri, kendine saklanacak bir yer bulmuş olan Renee ile yakınlaşması, Paloma’yı ölüm ve yaşamın insanları korkutan yüzüyle karşı karşıya bırakıyor.
Yönetmen, karakterlere özgü müzikleri seçerken oldukça titiz davranmış. Paloma için masalsı bir güzelliğe sahip olan piyano, Renee için narin ve hüzünlü, bir o kadar da asil keman; film boyunca kurguya uyumlu ve mükemmel bir şekilde eşlik ediyor. Bir yanda tecrübe kokan oyunculuklar, öte yanda genç oyuncu Guillermic’in yaşıtlarına göre çok farklı bir düşünce ve hayâl dünyasına sahip olan Paloma’yı oynarken sergilediği olgunluk; filmin apayrı ve muhteşem bir yönünü oluşturuyor.
Le Herisson; hayatın en temel iki kavramı ölüm ve yaşamı, büyük bir karmaşanın içinden çıkartıp olabildiğince basit bir şekilde önümüze getiriyor. Kapalı kapılar ardındaki kendine has mutsuzluğun, olabildiğince sıradan geçen aile diyaloglarının çok ince bir şekilde işlenmesi, filmin en güzel taraflarından biri. Kapanışını ise yıllardır unutmadığım ve eminim izleyiciyi uzun süre düşündüren şu replikleriyle, gene kendine has sadelikle yapıyor:
– Önemli olan ölmek değil, ölürken ne yaptığındır.
– Peki sen ne yapıyordun?