Keşfedilmemiş Ülkenin Keşfedilmemiş İnsanları

Untitled

“Hayat nedir?” Çok sorulmaktan mütevellit cazibesini yitireli uzun zaman olmuş boynu bükük bir soru muydu bu sadece? Yoksa fırtınalı gecelerde, hüzünlü hecelere misafir olan bir konu mu? Nerede bulurduk onu? Çok mu uzaktı bize yoksa çok mu yakın? Çoğumuzun verilecek bir cevabı yoktu aslında bu soruya. Sanki ulaşılması güç, bize pek mesafeli bir şeymiş gibi bahsedilirdi hayattan. Böyle zamanlarda hayat uzak bir ülke midir acaba diye düşünmekten alıkoyamazdım kendimi. Size göre hayat nedir bilemem ama uzak bir ülkeymiş gibi anlatıldığını fark ettiğimden beri hayat benim için kendimle beraber, kendime doğru yaptığım bir yolculuktu. Hem de düşlerimin şeklini alan bir yolculuk… Uzaklığın şeklini alan bir yolculuk… En çok da kitapların şeklini alan bir yolculuk…

Untitled2

Kitaplar da nereden çıktı şimdi dediğinizi duyar gibiyim. Öyle uzak diyarlardan falan göçüp gelmediler aslında. Onlar hep bizim içimizdeydi, biz de onların. Kitapların satır aralarında ruhlarımız salınır dururdu. Bu yüzden ne zaman bir kitap okusam satırlar hep kendi içime doğru akar, hikâyeler hep benden bahseder gibi gelirdi. Ah işte derdim, işte beni yazmışlar bu satırlara, benim ruhum var bu kelimelerde. Sanki o kitabın yazarıyla yıllardır ahbapmışız da bana, beni anlatmasını istediğim bir mektup yollamış gibi çok uzaklardan. Kitap bu yüzden okunan bir şeyden çok yaşanan bir şeydi benim için. Hatta kendi hayatımdan çok kitaplarda yaşadığımı hissederdim zaman zaman.

Mesela Veciz Sözler’i okurken Sulhi’yle karşılıklı otururduk. O bana çocukluğumu anlatırdı, aşklarımı, pişmanlıklarımı anımsatırdı. Ah nerden de bilirdi bütün bunları sanki o yılları benimle yaşamışçasına. Nasıl avucunun içi gibi bilirdi ruhumun çukurlarını ve iki güzel kelam edip o çukurları doldurmayı… Çok severdim bu yüzden Sulhi’yi. Sonra Dorian Gray vardı mesela. Oscar Wilde’in bana bahşettiği çok değerli dostum Dorian. Bazen tüylerimi diken diken ederdi, bazen iki sözüyle yangın yerine çevirirdi ruhumu. Dorian öyle hoş, öyle çarpıcı konuşurdu ki konuşmaya başladığında saatler su gibi akıp geçerdi. Ben de dinlemekten hiç sıkılmazdım. Hayat bir nehir gibi akardı onun kelimelerinin aralarından. Hayata ve kendime dair ne varsa o nehrin içinde yüzerek öğrenirdim. Duygularımızın, ruhlarımızın içinde ezilip büzülmek yerine nasıl şaha kalkabildiğini öğrenirdim mesela. Hayatın yaşamaya değer bir şey olduğunu hep o hatırlatırdı bana. Yaşamın derin anlamlarını onunla tadardım. Dorian, günün birinde bir kelimede vücut bulacak olsa bu kelime kesinlikle tutku olurdu. Ne yaparsa yapsın tutkuyla yapardı çünkü. İşte böyleydi Dorian.

Size bahsetmek istediğim Yabancı vardı bir de. Çok içli dışlı değildik onunla, hatta aramız limoniydi biraz ama onu da pek severdim. Adı Mersault’du. Yabancı dediğime bakmayın, çok eskiydi tanışıklığımız. Ama o diğerleri gibi değildi. Onu ne kadar tanırsanız tanıyın size hep bir yabancı gibi gelirdi. Asla ruhunun derinliklerine inip keşfedemezdiniz onu. Asla sahiden tanıyamazdınız. Dorian’ın aksine tam bir kapalı kutuydu. Ne vakit Dorian bana hayatın yaşamaya değer, anlamlı bir şey olduğunu hatırlatsa Mersault o denli unuttururdu. Bu yüzden sevgili dostum Dorian’ın bu yabancıyla hiç arası yoktu. Ama ben ikisini de kalbimin en güzel yerlerine koyardım. Ah az kalsın unutuyordum. Zeze vardı bir de. Bir Şeker Portakalı’nın gölgesinde tanışmıştık onunla. Nasıl da masum, nasıl da tatlıydı. Eh, biraz haytaydı ama büyümüş de küçülmüş sanırdınız, görseydiniz. Onu tanıdığımda bilgeliğin yaşla alakası olmadığını, bir çocuğun dünyanın tüm servetini içinde saklayabileceğini öğrendim mesela. Ve insanların bu servete karşı nasıl kör ve acımasız olabildiklerini… Bazen kendi yaramazlıklarımı gördüm onun hikâyesinde ya da çocukluğumdaki buruk anılarımı. Bazen o haytalıklarına suç ortağı oldum. Küçük bir çocuk gibi olanları izleyip kıs kıs güldüm kapının arkasından. Ah bu çok sevgili dostlarım ne çok şey öğretmişler bana.

home_page_art

İşte ben bu denli kitaplarda yaşıyordum. Gerçek hayatta dokunamadığım ruhuma kitaplarda dokunuyordum. Etrafımda alelacele, vızır vızır akan hayat kitapların dünyasına girdiğimde yavaşlıyordu sanki. Kitap okuduğumda bir süreliğine hayatın tadına varıyor, kalbimin gürültülerde kaybolmuş sesini duyuyor, bedenimden ayrı düşmüş ruhumun bana yetiştiğini görüyordum. İşte bu yüzden kitaplar hayat denen keşfedilmemiş ülkeye doğru bir yolculuktu, bizse bu keşfedilmemiş ülkenin keşfedilmemiş insanları.

Leave a Reply