Yine bir mart ayının ikinci haftasının ilk yarısı… Memlekette mutat durum. İdeolojilerin geleneksel sorunlarından biri: Dünya Kadınlar Günü – Dünya Emekçi Kadınlar Günü dilemması. Bir tarafta renkli yazılarla donatılmış ışıklı vitrinler, indirim ilanları, kozmetik mağazalarının reklamları, güzellik salonlarında, estetik merkezlerinde kampanyalar, resepsiyonlar, lüks otellerde kokteyller, yemekler, partiler, geziler… Kendi halinde bir telaş, içi boş bir heyecan, bilmemenin mutluluğu ve şuur dışı kabullenmenin dayanılmaz hafifliği. Bir tarafta, meselenin ortaya çıkış noktası. Yıl 1857, New York’ta bir tekstil fabrikası, daha iyi koşullarda çalışmanın ve yaşamanın arzusuyla 40 bin kadın işçinin ayağa kalkışı, 150 yıldır süregelen korkunç gerçekliğimiz “kolluk kuvvetleri”nin saldırısı, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, ardından çıkan bir yangın ve fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamayan 129 kadının can verişi. Bunun yanında, bu günün “Kadınlar çiçektir, çiçekler su ister.” basitliğine indirilemeyecek bir gün oluşunun farkındalığının ağırlığı. Öbür tarafta, yine yukarıdan bakan bir zihniyet, yasaklanan yürüyüşer, polis müdaheleleri, gözaltılar…

Bütün bu düşüncelerin  birbirine girmiş kafamın içinde dönüp durduğu dün gece, yukarıda bahsettiğim ışıklı vitrinlerin birinin yanında ilerlerken geçtiğimiz ekim ayında kaybettiğimiz şair Sennur Sezer’in dizeleri dolandı dilime: “Satın alınmış düşleri, bıkıp fırlattığınızda/ Ardınıza bakmayın/ Oradayım. / Ayışığında bir öpüşme düşü, / Eskitilmiş bir kadife bluz, sim işlemeli, / Ve yenilenen balayı, dantel askılı/ Yaramaz işime… ben üşüyorum./ Sıcacık bir şey gereken/ Düşlerime.

Ölümlere, öldürmelere, katledilmelere, kan kokusuna, bomba sesine her zamankinden daha ağır bir biçimde maruz kaldığımız, bir insanın yok oluşunu yemek yemek, su içmek kadar doğal karşıladığımız, sözümüzün yerini gözyaşımızın aldığı geçen ekim ayının yedinci gününde, bir “buruk acı”yı da Sennur Sezer ekmişti yüreğimize. Hem yaşam mücadelesi hem de politik duruşuyla hiçbir zaman çizgisini bozmamış; hayatını edebiyata, şiire, işçi sınıfının mücadelesine ve kadın hareketine adamış bir fikir ve sanat insanı. Edebiyatımızın işçi kadını… Benim sözüme ses, düşünceme nefes bulmaya çalıştığım lise yıllarımda hiç beklemediğim bir şekilde karşıma çıkmış ve dünyama dahil olmuştu kendisi. Zülfü Livaneli’nin “Şiir yazarsın/ Düşmana inat/Bir şair ölür/ Durup dururken/ Durur yüreğin/ Ölüverirsin/ Durup dururken” şiirindeki anlam gibi içimi burkmuştu haberi. Kadın olmakla, “emekçi” kadın olmak arasındaki farkın tam olarak anlaşılamadığı, “kadın kurtuluş mücadelesi”nin sembolü haline gelen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ nün asıl amacından kopup çok fazla yanlış yönlere çekildiği bugünlerde, “emekçi” kadın olmanın anlamını Sennur Sezer’in hayatı ışığında vurgulamak, onun için yazmak; mücadelesini, hayat karşısında duruşunu ve edebi yönünü başkalarına da anlatmak bana farz oldu.

32328

Devlet Demiryolları’nda memurluk yapan bir babanın ve çocuklarına okumayı evde öğretmeyi başaran işçi bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi Sennur Sezer. Maddi yetersizliklerin tetiklemesiyle ve dışarıda, okul dışında, kendi parasını kazanarak daha özgür bir dünya kurabileciğinin inancıyla lise ikide okulu bırakıp Taşkızak Tersanesi’nde çalışmaya başladı. O yıllarda şekillenen dünya görüşünü hayatının tamamına yaymış, on beş on altı yaşlarında başladığı politik mücadelesini ömrünün son anına kadar sürdürmüş bir dava insanı oldu hep. Ölümüne kadar çalışmalarını yayımlamaya devam ettiği Evrensel Gazetesi’nde; yazmanın, düşünceyi yazarak anlatmanın gücünü kendi hayatından bir kesitle vurguladığı, beni de “ yazmak” işiyle haşır neşir olmaya ciddi anlamda teşvik eden, hevesimi uyandıran bir yazısı vardır. Taşkızak Tersanesi’nde çalıştığı yıllarda tanıdığı şişman, kısa boylu, alkolik ve bu özellikleri yüzünden pek çok kişinin alayına maruz kalan bir ustabaşından bahsediyordu yazısında. Bir arkadaşından faizle aldığı borcunu ödeyemeyince zehir içmiş ve ölüm anından kısa bir süre önce, zehrin de bünyesinde yarattığı etkiyle hissettiklerini bir kağıda yazmış ustabaşı.  O ana kadar kimseye söylemediği, ölümün aşağılanarak, küçük düşürülerek yaşamaya yeğleneciğini ifade eden bir yazıymış bu. O andan sonra herkes onu, bu son cümleleriyle hatırlamış ve alay sözkonusu olan her hâli silinip gitmiş hafızalardan. Sennur Sezer şahit olduğu bu olayı, ona “yazmanın herkes için bir kendini ifade etme biçimi olduğu”nu öğreten ilk tecrübesi olarak belirtiyor. Bu düşünceye katılmamak mümkün değil. Kendi derinliğimizin farkına varmak, günlük hayatın telâşı içinde yok olup giden hislerimizi, düşüncelerimizi kayda geçirmek ve bunları bizden başkalarıyla da paylaşabilmek için en önemli araçtır “yazmak”. Bu benim Sennur Sezer’den aldığım en önemli derstir.

Edebi yönüne değinecek olursak, politik kimliği pek çok kez edebiyat dünyasındaki yerinin önüne geçmiş ve kalabalık çevreler tarafından tarafından tanınmasına engel olmuştur. O da popüler olmanın derdinde olmamıştır hiçbir zaman. Kendisini bende en değerli kılan özelliği de budur işte. Popülizmin esiri olmadan, kalemini doğru bildiğini anlatmak ve savunmak için kullanmış, dünya görüşünü şiirlerine ve yazılarına en samimi, en gür ve en kararlı sesiyle yansıtmış bir edebiyat işçisidir Sennur Sezer. Şiirlerindeki kesin ve kararlı tonu, kendisi gibi düşünmeyen, dünyaya farklı pencerelerden bakan kişilerin de dikkatini çekmiştir ve çekecektir diye düşünüyorum ben. Bu özelliğiyle, edebiyatımız ve Türk solu arasındaki Nazım Hikmet’ten Attila İlhan’a, Sabahattin Ali’den Vedat Türkali’ye ve daha pek çok önemli edebiyatçımıza uzanan güçlü bağların, yakın zamanlarda yaşamış en önemli kadın temsilcilerinden biridir. Şiirlerinde kadın imgesi oldukça belirgindir. Kendi deyimiyle, ‘çalışan bir kadının, bir kadın işçinin günlüğü’ sayılabilir Sennur Sezer şiirleri. Politik görüşünü yansıttığı eserlerinin yanısıra, hepimizin çok iyi bildiği peç çok Yeşilçam filminin senaryosunu da yazmıştır. Yine Yeşilçam filmlerinin vazgeçilmez şarkılarından “Buruk Acı”nın sözleri Sennur Sezer’e aittir.

32099

Yazının başında bahsettiğim ışıklı, renkli, çiçekli dünyaların değil, işçi sınıfının ve ezilen halkların kadınıydı Sennur Sezer. Hep bildiği gibi yaşayan, bildiği gibi konuşan, dövüşen, yazan, söyleyen… Kısacası hep üreten. Kadının hayatının her alanında ikinci planda bırakıldığı gerici, feodal ve kapitalist düzenden sıyrılıp gelen, “inandığı dünya için inanmadığı dünyaya kafa tutan” bir kadın şair.

Tüm bunlar üzerinde kafa yorunca, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü gibi, kadın mücadelesinde çok önemli  yeri olan bir günü, “yarım elma gönül alma” misali tüm kadınlara mâl etmek, hem böyle bir günün ortaya çıkışındaki olaya hem de Sennur Sezer gibi emekçi kadınlara bir haksızlıktır diye düşünüyorum. Kadınların sosyal, kültürel ve profesyonel hayata ne derece büyük katkılarda bulunduğunun unutulmadığı, emeklerinin sömürülmediği adil ve özgür bir dünya diliyor ve yazımı, kadınlara evlerinde oturup börek açmayı reva gören bağnaz zihniyete haykırmak istediklerime bir ses, bir nefes olan Sennur Sezer şiirlerinden biriyle bitirmek istiyorum:

“bakın bayım 
gök her yerde mavi

orda ya da burada.

insan sever alabildiğine göğü görmeyi

oysa mavi kalmıyor bize

hapishanelerimizde, iş yerimizde ve evimizde.

sizin duvarınız yüzünden sanırım

ya da balkonlarınız kapatıyor mavimizi.”

Leave a Reply