Şehir insanının hayata tutunma mücadelesi, parasızlık, bitmeyen dertler, ekmek kavgası, büyük kalabalıklar içindeki yalnızlık, önce çevreye sonra da kendi içine yabancılaşmak, çocukluğa özlem, daha güzel bir yaşam için durmadan emek harcamak, birçok kez emeklerinin karşılığını alamayıp hayal kırıklığına uğramak… Ama yine de, tüm zorluklara rağmen, yaşama umudunu yitirmemek… Hepimizin hayatlarında var olan inişlerin ve çıkışların, her şeyden umudun kesildiği anda bir ses ve bir nefesle yeniden hayata dönmenin, özlemenin, ağlamanın, kızmanın, küfretmenin en samimi halleriyle anlatıldığı bir eser: “Önce Ekmek”. İyi ve güzel şeylerin giderek anlamını yitirmeye, değerlerimizin yavaş yavaş yok olmaya başladığı bu günlerde, o samimiyetsiz ve merhametsiz yaşamlarımıza bir dur deyip, insan olduğumuzu hatırlamak ve insan sıcağını yeniden hissetmek için biçilmiş kaftan olan bir Orhan Kemal güzellemesi… 1969’da hem Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’ne hem de Sait Faik Hikaye Armağanı’na layık görülen bu kitap, Orhan Kemal’in romanda olduğu kadar öyküde de usta bir kalem olduğunu bize altını çizerek gösterir. Yazıldığı çağın gerçekliğine, en çok da bu gerçekliğin acı yanına ayna tutan bu öyküler, dünyanın en dar geldiği anlarda bile yaşamaya dair bir güç gibi, bir inanç gibi canlanıyor insanın zihninde. Şiirleri, romanları ve filmleri “kötü alışkanlıklar”ın arkasındaki bir sebep olarak gören zihniyetin tam tersine, insanı kendine getiriyor, direnme gücünü artırıyor, kaldığı yerden devam edişine bir anlam katıyor.
Kitapta, en çok etkilendiğim öykülerden biri, genç bir erkeğin yokluktan, evde yakacak kömürü ve yiyecek yemeği olmadığından, bir kış gecesinde, “Bu saatte orada soba harıl harıl yanar.” diyerek hapishaneye imrendiği “Üçüncü” isimli öyküydü. “Yokluk” öyle bir meret ki insana her şeyi düşündürür ve yaptırır. Birçok insan hayatının belli bir döneminde tecrübe etmiştir “parasız kalma”nın nasıl bir şey olduğunu. Ay sonu, kira, faturalar, kitaplar… Hapishaneye imrendirecek kadar değil ama o anki yaşama sevincini söndürmeye, bir şeylerden haz almayı ve mutlu olmayı ertelemeye yetecek kadar yıkıcı, sonrasında pek de hatırlanası gelmeyen, hoş olmayan süreçler. Şimdi elimde bir çay fincanı, kalorifer peteğinin dibine oturmuş, hafiften gelen bir müzik sesiyle “parasızlık” ne zor diye düşünmek kolay. Ama bu öyle bir şey ki, birçok insan bu duruma bir çare bulamadığı için kendini öldürmeye kalkıyor, cinnet etkisiyle etrafındakilere de zarar veriyor ya da bu dert bitsin diye her türlü riski göze alıyor. Böyle anlarda, onlar için hep “belki”nin iyi tarafı bir anlam taşıyor. Çalmak, çalarken yakalanmak, hapse düşmek, sabıka… Hepsi boş. İçinde bulunduğu şartların etkisiyle hapishaneye özenen bu gencin hikayesini okuduktan sonra, Işıl Özgentürk’ün “Alevin ve Acının İçinden” isimli kitabından bir bölüm geldi aklıma. Cezaevinde yatan mahkumların ve 70’li yıllarda fakirlik sebebiyle Almanya’ya göç eden işçilerin hikayelerinin anlatıldığı bir kitaptı bu. Mahkumlardan birinin çok ilginç bir hikayesi vardı. Parasızlık yüzünden, sokaklardaki elektrik direklerinin kablolarını kesiyor, kestiği kabloların içindeki bakır telleri satıp para kazanmaya çalışıyordu. Elektrikle ilgili bir durum olduğu ve kesme işlemini direklere tırmanarak yapması gerektiği için, en ufak bir yanlış hamlede hayatı son bulabilirdi. Ama o anda, ölmek ve hayatta kalmak arasında hiçbir fark yoktu onun için. Elektrik çarpmasıyla ya da yere düşmekle ölmese de, parasızlıktan ölecekti zaten. Bu bizim yaşadığımız dünyanın, geçmişimizin, şu anımızın ve kuvvetle muhtemel geleceğimizin acı bir gerçeği. İnsan emeğinin pervasızca sömürüldüğü, gelir dağılımının son derece adaletsiz olduğu, insanlar arasındaki fırsat eşitsizliğinin şiddetle devam ettiği sürece, birilerinin bu vaziyetten payına düşen acıya yenilmesi kaçınılmazdır. Bir de bunlara seyirci kalmanın vebali altında ezilmek var tabii, asıl unutulmaması gereken.
Öykülerin birçoğunu Yeşilçam filmlerinden sahneler izler gibi okudum. Her kavganın, her başkaldırının altında bir hüzün yatıyordu. Birçok kadın kahraman, Atıf Yılmaz filmlerindeki “Müjde Ar” tiplemesi gibi canlandı gözümde. Bütün o kokuşmuş hayatların, parasızlığın, kavgaların içinde, insanın güzel ve çekici bulduğu bazı şeylere karşı konulamaz arzusu ve tutkusu, fetişist tarafı… Bu biraz ürküttü beni. Özellikle “Sevmiyordu” isimli öyküdeki o sürmeli gözleri, kan yalamış gibi kırmızı dudakları ve mavi damarlı kuru elleri olan kadın bana garip bir huzursuzluk verdi. Oldum olası korkmuşumdur zaten bu görüntüdeki, şuh ve davetkâr kadınlardan. Bu örnekte de görüldüğü gibi, insan yaşamının tüm gerçekliğiyle ele alınmasından dolayı, beni rahatsız eden ve ürküten hikayelerle karşılaşmam da son derece normaldir. Her gün, her yerde, okulda, dolmuşta, metroda, kaldırımda; insan etinin, insan kokusunun bulunduğu her ortamda karşılaşmıyor muyuz zaten bizi ürküten ve korkutanlarla?
Ve çocukluğum… Küçük bir yerde büyüdüğüm için, çocukluğumu en saf ve en neşeli haliyle yaşadığımı düşünmüşümdür hep. İlerleyen zaman içinde, büyük şehirlerde büyümüş arkadaşlarla konuştukça daha iyi anlıyorum ömrümün ilk yıllarını bir köyde geçirmiş olmanın bana sağladığı ayrıcalığı. Orhan Kemal’in bu sıcacık öykülerinin geçtiği 1969 yılının İstanbul sokaklarındaki çocuk sesleri bana yeniden çocukluğumu anımsattı. Çok uzak bir zaman değil aslında ama, şimdi ellerinde telefonlar, tabletler; göz teması nedir bilmeyen, konuşmaya, çığlık atmaya korkan şu nesle bakınca kendimi çok şanslı hissediyorum. Kimilerince bir nostalji güzellemesi gibi algılanabilir ama hep söyledim, yine söylüyorum: Biz kirlenmenin, sokaklarda koşturmanın, düşmenin, dizlerimizdeki o yanmaların, saklambaç oynamanın, ağaçlara tırmanmanın tadına varmış ve bunlar gibi, şimdikilerin yaşamın içinden bir türlü fark edip çıkaramadığı küçük, küçücük şeylerden hakikaten mutluluk duyabilmiş çocuklardık. Şimdi etrafta milyonlarca memnuniyetsiz, somurtkan, sürekli şikâyet eden çocukları gördükçe, daha da büyük bir özlemle anıyorum kendi çocukluğumu.
“Önce Ekmek”teki öyküleri düşündükçe, yeniden hatırladığım bir diğer husus da, insanın hayatta neyle karşılaşırsa karşılaşsın yaşama umudunu hiçbir zaman yitirmemesi gerektiğidir. “Ufak tefek, kara kuru bir adam. İçine kapanmış, iyicene kapanmış içine. Kavruk mu kavruk. Ama bu küskünlük, kavrukluk, saçlarını ıslatıp ayna karşısında sıkı sıkı taramasına engel olamaz.” “Coni” isimli öykünün kahramanını böyle tarif ediyor Orhan Kemal. “Umut”un altını çiziyor yani.
Hayatta karşılaştığımız hiçbir durum, ne parasızlık, ne yalnızlık, ne hayal kırıklığı, hiçbir acı tecrübenin yaşamak için gerekli enerjimizi tüketmesine izin vermemeliyiz. Mücadeleyi hiçbir zaman bırakmamalı ve gelecekten ürkmemeliyiz. Güzel şeyleri yaşamaktan korkarsak hayatı kaçırırız. O zaman da yaşamanın bir anlamı kalmaz. 1969 İstanbul’unun büyüyen kaosunda, yaşama ve şehre tutunmaya çalışan insanların hikâyelerini, sanki içimizden birilerini dinler gibi okudum “Önce Ekmek” adlı eserde. Hayatın giderek çekilmez bir hal aldığı şu günlerde, insan sıcağına, umuda ve iyimserliğe biraz olsun yaklaşabilmek adına okunmaya değer bir eserdir diye düşünüyorum ve herkese Orhan Kemal’in “Önce Ekmek” adlı dünyasında biraz dolaşmasını şiddetle tavsiye ediyorum.
“Önce Ekmek” derken duyduğumuz o kaygının her türlü acının panzehiri olan “sevgi” içinde eridiği ve yerini “Önce İnsan” derken duyduğumuz umuda bıraktığı bir dünyanın özlemiyle…