Saatleri Ayarlama Enstitüsü; zaman, saat, ayar, samimiyet, inanç, garp, şark, batılılaşma, modernleşme, aile, birey, kurum kavramlarını bana yeniden düşündürten, kendimi bildim bileli soyut olduğunu iddia ettiğim “zaman”ın somut olduğuna dair yeni tanımlarını yaptıran; CumhuriyetDdönemi sonrası Türk insanının modernleşme adı altında yavaş yavaş öz kimliğini yitirmeye başlamasının, Freud’un, Freud’un psikanaliz tekniğinin, doğu ve batı kültürleri arasındaki trajik çelişkinin insanı delirten bir olguya dönüşmemesi için bu psikolojik terapi sürecinin bizim kültürümüze dahil oluşunun, Hayri İrdal, Halit Ayarcı, Doktor Ramiz gibi insanın aklından kolay kolay çıkmayacak, iz bırakan karakterler altında ironik ve mizahi bir analizinin yapıldığı, insanın kendisini ve çevresini bir kez daha sorgulama ihtiyacı hissetmesine sebep olan, düşündürücü ve etkileyici bir Ahmet Hamdi Tanpınar romanıdır. Kitabın ana karakteri Hayri İrdal’ın başından geçen olayların çoğu Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını anımsatır gibi oldu bana. Aynı şekilde Orhan Pamuk romanlarını da. Eğer Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü onlardan önce okusaydım, bu kitabın kendinden sonra yazılan, modernizm esaslı birçok esere ne kadar muhteşem bir örnek teşkil ettiğini daha iyi anlardım.
Kitap boyunca, her bakımdan “nev-i şahsına münhasır” bir zât olan ana karakter Hayri İrdal’ın başından geçen talihsizlikler, kendi elinde olmadan dahil olduğu gülünç durumlar, saatlere olan garip tutkusu, girdiği her ortamda bulduğu bozuk saatleri tamir etme arzusu, pervasızca söylediği ve sonrasında başına büyük işler açan yalanları -Şerbetçibaşı elması vakası gibi-, bir kahkahanın ortasında kime ve neye güldüğünü bilmeden eşlik etmesi ve bundan dolayı en ufak bir tereddüt veya şaşkınlık duymaması, hiç “yok”tan ortaya büyük bir “var” çıkarabilmesi –tamamen bir hayal ürünü olan Ahmet Zamanî Efendi’nin Hayatı ve Eserleri adlı bir kitap yazması ve etrafındakileri bunun gerçekliğine inandırması, bu yeteneğinin en güzel örneğidir- gibi daha pek çok ilginç ve gülünç olay beni kahkahalara boğarken, sonrasında garip hüzün duyguları soktu içime. Sanırım kitabın tamamına sinmiş “ironi” kavramının tanımından geliyor bu durum. Güldürüyor ve güldürürken düşündürüyor. Gülmeyi ve üzülmeyi böyle peşisıra yaşamamı mümkün kılması bakımından, “bahtsız bedevî” diye nitelenedirdiğim Hayri İrdal’ı anlamaya çalışmak, zaten sürekli icra etmekte olduğum “düşünme” eylemime yeni bir boyut kazandırdı.
Bu kitabı okuyan herkesin, bir kez de olsa aklından geçirmiştir diye düşündüğüm bir şey var: Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne benzer, kendi içinde bir ideolojisi olan, bünyesine dahil olan herkesin ortak bir kaygısı üzerine çalışmalar yürüten, dışarıya açık, yalnızca sosyal paylaşım sitelerindeki sanal bir beraberlikten ibaret olmayan, üyelerin birlikte zaman geçirebilceği gerçek, elle tutulur, gözle görülür bir mekan içeren, modern dünyanın deyimiyle “kâr amacı gütmeyen” bir kuruluş ya da bir dernek kurmak. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki “zaman” yerine başka bir kavramın işlenebileceği, farklı kesimlerden ve ortak düşencelere sahip pek çok insanı bir araya getirebilecek sosyal bir kuruluş. İki farklı biçimde düşündüm ben bunu. Birincisi, müzik üzerine benzeterek. Ankara’da bağlama çalan ya da çalmayan, türkü seven, dinleyen ya da söyleyen, isteyen herkesin üyesi olabileceği bir türkü evi kursak, Cuma akşamları toplansak, çalsak, söylesek, meşk eylesek… Ve tabii ki ikincisi, edebiyat üzerine. Kafka Sevenler Derneği ya da Sabahattin Ali’yi Anlama Kulübü. Bir araya gelip Kafka ya da Sabahattin Ali üzerine sohbetler etsek, fikirlerimizi paylaşsak, birbirimizin ufkunu genişletsek… Mümkün müdür böyle bir tasarının hayata geçirilmesi? Bence mümkündür. Memleketin her köşesine dağılmış, sırf içini dökecek insanı olmadığından ve yalnızlıkla –duygusal bir yalnızlık bu, brüt olanından fazlası- savaşırken harcanıp gitmiş milyonlarca yalnızı bir araya getirerek, teker teker bireylerin hayatına dokunmakla başlayıp, sonrasında toplum olarak bir ruhsal dengeye ulaşmamızı sağlayacak böyle kuruluşlar ne faydalı olurdu bizim için! İyi bir yoldaş bulunursa, peşine düşülebilecek bir projedir bu. Şimdilik, bahsini açmış olmakla yetinelim.
Kitabın ana teması “zaman” üzerinde uzunca bir süre kafa yorduktan sonra, ismini “Saatleri Anlama Enstitüsü” olarak değiştirmek geldi içimden. Benim fikrimce, bizim sorunumuz, saatimizin ayarını yanlış yapmaktan ya da “saniyenin peşinde koşarken” geride kalmaktan kaynaklanmıyor. Asıl sorun, zamanın hayatımızdaki yerini ve bizim zamanın içindeki yerimizi anlayamamış olmamızda. Zamanın içindeki yerimiz diyorum, çünkü bizler zamanın sadece küçük birer parçasıyız aslında. Zamana dahil olan, ama onun akışını değiştirecek gücü içinde barındırmayan. Bu noktada, yazının başında söylediğim, zamanın kafamın içindeki soyut halinin, somut bir varlığa dönüşme aşamasına geliyorum yeniden. Onun gücünün farkında değilken soyut olduğunu düşündüğümüz “zaman”, anlamı keşfedildikçe somut bir hal alıyor insanın zihninde. Hayri İrdal’ın, kendisini tanıdığı günü hayatının dönüm noktası olarak gördüğü, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü kurma fikrinin sahibi, bilge insan Halit Ayarcı’nın “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır.” cümlesindeki gibi, “zaman” bu düzendeki döngünün, akışın harflere yansımış halidir. İnsan ise, o döngünün içinde küçük bir noktadır. Bu yüzden diyorum ki, “saatlerimizi ayarlamak”tan önce, onların bize söylediklerini anlamak gerekir.
Dikkatli ve azıcık tarih bilgisine sahip bir okurun gözünden kaçmayacak bir diğer husus da, Tanpınar’ın hayatla olduğu kadar “devlet işleri”yle de nasıl dalga geçtiğidir. Birkaç insan toplanır, bir kurum açılır ve kimin, hangi işten anladığına bakılmaksızın herkese bir görev verilir. Cumhuriyet yönetimine yeni geçmiş bir ülkede, “kurumsallaşma” çalışmalarının nasıl bilinçsizce ve sağlam olmayan temellere dayanarak gerçekleştirildiğinin ironik bir yansımasıdır Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki bu “devlet”çilik oyunu. Günümüzde de pek farklı işlediğini söyleyemeyiz aslında sistemin. Bir dönem Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı olan kişinin, bir sonraki kabinede Milli Eğitim Bakanı olabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Hangi eğitime, hangi uzmanlığa göre seçiliyor bu bakanlar diye sorası geliyor insanın. Bununla birlikte, ezelden beri millet olarak batıya duyduğumuz hayranlığa ve “muasır medeniyetler seviyesi”ne çıkma özlemimize de ince bir dokundurma seziyorum ben, okuduklarımı beyin süzgecimden geçirince. Buna verebileceğim örnek de, altı tane Cenubî Amerika (Güney Amerika) şehrinde, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bir versiyonu olan Saat Sevenler Cemiyeti’nin kurulması ve bir müddet sonra bizimkilerin onlarla iletişime geçmeleridir. Burada, aslında olması isteneni, hayal edileni olmuş gibi göstererek, batı hayranlığına bir eleştiride bulunmuştur Tanpınar.
Okuduğum, izlediğim ve dinlediğim her şeyde, dikkatimi en çok verdiğim, en çok önemsediğim hususlardan biri de kitabın, filmin, oyunun ya da şarkının nasıl bittiğidir. Bu yüzden, Saatleri Ayarlama Enstitüsü serüvenimin nasıl sona erdiği ve benim buradan ne çıkardığım ile bitirmek istiyorum bu yazıyı. Kitabın sonunda, bu enstitünün kurulmasına vesile olan, yanında yer alan insanlara gerçekten inanan Halit Ayarcı çıkıyor karşımıza. İşin içine maddiyat ve insanların küçük menfaatleri girdikten sonra, inanç ve umut yerini bir boşluğa bırakıyor Halit Ayarcı’da. Ne yapacağını bilemiyor, biz “Nerede aldandık?” diye sormaya başlıyor kendine. Buna da bir cevap bulamayınca, elini eteğini çekiyor bu kuruluştan. Ben de Hayri İrdal’ın kafa karışıklığını, Halit Ayarcı’nın hayal kırıklığını düşünerek, kitap boyunca attığım kahkahaların gölgesinde, hüzünlü bir tebessümle kapatıyorum kitabın kapağını.