Basın yönetenlere değil, yönetilenlere hizmet için vardır.
Aslında bu filme gitmek için üç önemli sebep var: Steven Spielberg, Tom Hanks ve Marly Streep. Şaka bir yana, “The Post“, bekletilerimin ötesinde daha farklı bir film olmuş. Filme gitmeden önce 2015 yılı Oscar ödüllü Spotlight’ın rüzgârından yararlanmış olabileceğini düşünüyordum. Senarist de aynı olunca böyle düşünmemek işten değil. Fakat tuhaf olan şey, filmin gerçekten bir rüzgâr yakalamaya çalışıyor oluşuydu. Son dönemde ABD başkanı Trump ile CNN başta olmak üzere diğer medya kuruluşları arasında süregelen soğuk savaşın yarattığı rüzgardan yaralanarak bu film, Amerikan seyircisinin gözünde güncel hale gelmekte.
Öte yandan Türkiye için de konu hiç yabancı değil, öyle Amerika’nın problemleri deyip geçilecek bir film değil The Post. Ülkemizin içinde bulunduğu politik atmosferi de bir şekilde isabet ettiren filmde, Watergate skandalı’nın hemen öncesinde gerçekleşen “Pentagon Belgeleri” olayını ve bu belgelerinin önce “The New York Times” ve ardından “The Washingon Post” tarafından basılma süreci ele alınmış. Yerel bir gazete olan “The Washington Post“un nasıl yükseldiği ve cesur davranarak nasıl büyük bir saygı kazandığı anlatılmış. Filmin ana karakter odağı, yani asıl karar veren ve gelişen karakter, gazetenin kadın patrounu Katherine Graham. Merly Streep tarafında canlandıran bu karakter üzerinden medyadaki yönetici sınıfının çelişkileri ve kendi ilişki ağlarındaki çıkmazlara yer verilmiş ve filmin dramatik tarafı gazetecilikten çok patronların seçimleri üzerinden işlenmiş.
Filmin beni şaşırttığı nokta ise dönem filmi olmasının da etkisiyle medyada veya genelde kadın patronların, güç sahibi kadınların üzerinden ikincil bir hikayeye de sahip olmasıydı. Feminist bir alt-metine sahip olan filmde, karar mercisi haline gelen kadınların yaşadığı ve içinde bulunduğu durumlar bence gayet dengeli ve şık bir şekilde filme yerleştirilmiş.
Bütün bunların haricinde özellikle savaşın gereksizliğinden ve bunun her iki taraf için ortaya çıkardığı dramatik problemlerden ziyade, kazanılamayacak bir savaşın ortaya çıkardığı sorunlar üzerinden bir mesaj verilmiş. Buradaki mesaj biraz silik ve sadece Amerikan perspektifinden verilmiş denebilir.
Diğer bir mevzu ise filmin 9 ay gibi çok kısa bir sürede çekilip hemen 2018 ödül sezonuna yetiştirilmiş olması. Filmin anlattıklarından da açıkça belli olduğu üzere; ABD’deki güncel politik havayı yakalamaya ve öyküsünün temelini insanları bu noktada yakalamakta bulan fimin akıllarda bir soru bırakması durumu söz konusu: Bu film bir Oscar yemi mi? Yani sırf ödül toplasın, Amerikan seyircisi ihya olsun diye mi var?
Bu soruya cevap vermek güç fakat varolan siyasi gerilimden ve ABD’de gelişen medya ve yürütme çatışmasından yaralanmaya çalıştığı görülebilir. En azından başka bir zamanda çıkmış olsa bu kadar çarpıcı olmayacaktı denebilecek bir film.
Oyunculuklar kaliteli, yönetmenlik kaliteli ve seneryo sıkıcı değil. Karakterlerin seçimleri ve bunların şekillenişi üzerinden medyanın tamamen özgür olması gerektiği ve aslında halkın tarafını tutması gerektiği mesajıyla bu klişe mesajı güzel verebilen, sıkıcı olmayan ders niteliğinde, eğlence odaklı izlemek yerine biraz tarihi bilgilenme amaçlı izlenmesi daha iyi olacak bir film.
Sonuçta, “The Post“, Türkiye’nin de sorunlarının görülebileceği, bazı durumların yansımasının yerel olarak da hissedilebileceği ve günümüz Türkiye siyasetine uzakta durmayan mesajlar içerdiğinden özellikle de şu dönemde izlenmesi gereken bir yapım.