Berrak, masmavi, deniz kokulu bir öykü Stelyanos Hrisopulos Gemisi. Denize özlemi büyük olanlar için birebir. Ama hırçın, tehlikeli, acımasız aynı zamanda. Bu öyküye yelken açmak da cesaret istiyor doğal olarak. Yolculuğun sonu belirsiz, hava güzel başlıyor ancak güneş de açsa gri bulutları fark etmemek imkansız. Şimdilik denizin alabildiğine çarşaf gibi oluşu, mavinin getirdiği o meşhur huzurun yanılsaması mı, yoksa fırtına öncesi sessizliğin merhametli bir ipucu mu, anlamak çok zor.
Sait Faik’in kaleminden bu güzel öyküye, Fazıl Say’ın ruhu ve parmakları eklenince ortaya nasıl unutulmaz bir bütün çıktığını anlatmak için başladım bu yazıya, ancak ne kadarını aktarabilirim, kelimeler bana bu konuda ne kadar destek olacak, artık emin değilim ama geçirdiğim 65 dakikanın büyüsü için denemeye değer, en azından bundan eminim.
Sait Faik, Fazıl Say, sahnede devleştikçe devleşen ve sesleriyle salondaki her izleyiciye ayrı ayrı dokunan sanatçılar ve tarifsiz bir uyum içindeki orkestra… Az önce bahsettiğim “unutulmaz bütün” tam kadrosu ile bu hâlde. Tabi bir de Özen Yula, bu bütünün yaratıcısı, en güzel hikayeyi en doğru insanlar ile sentezleyen yönetmen, en büyük alkış ona gitmeli, akla gelmeyeni sahneye koyduğu için. Stelyanos Hrisopulos Gemisi, Sait Faik’in belki de en naif öykülerinden biriydi, şimdi ise emeği geçenler sayesinde, çok farklı bir gösteri, bir müzikal anlatı halinde karşımıza çıktı.
Bu müzikal anlatının tatlı dilli anlatıcıları Songul Öden, Demet Evgar ve Esra Bezen Bilgin. Sahnede devleştiklerinden bahsettiğim bu üç kadın, deniz mavisi tonlarındaki elbiseleri ile, zarif dansları ve çırılçıplak duyguları ile izleyiciyi adeta Stelyanos Hrisopulos Gemisi’nin içinde bir karaktermiş gibi hissettirdiler. Anlatıcı vasfının belki de en canlı, en heyecanlı vücut bulmuş hali bu üç kadındı o an o sahnede. Fazıl Say, piyanosu ile en güzel melodilerle öyküyü sarıp sarmalarken, onlar 12 yaşındaki Trifon ve dedesi Stelyanos’un öyküsünü sahneye bizzat kendileri getiriyorlardı.
Fazıl Say için burada ne söylesem haddime değilmiş gibi hissedeceğim, zannediyorum birçoğumuz için o akşam o salonda bulunmamızın birincil nedeni böyle bir ustayı tekrar canlı dinlemekti. Onu her dinlediğimde insanın yaptığı, ömrünü geçirdiği/geçireceği işine aşık olmasının ne büyük bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Say, her zamanki gibi kendini kaptırmış, hikayeye teslim etmişti ruhunu. Bu anlatı için sanki Sait Faikle konuşmuş, o yazarken bir fincan kahvesini paylaşmış gibi öykünün her bölümüne, her sözcüğüne parmakları ile bir anlam yüklemiş, anlatıyı çok farklı bir boyuta taşımıştı. Bitmesin diye geçen sayılı dakikalarda en büyük hayranlığım da bu büyük sanatçının ruhuna, hislerine, müzik yaratmaktaki tutkusuna oldu diyebilirim.
Müzikten bahsedip vokal solistleri atlamak olmazdı. Öykü, özünde kısa, birkaç sayfalık bir eser, ama duygu yoğunluğu ve dinamik olay akışı içinde sindirmesi için okuyucuya/dinleyiciye zaman vermek gerekiyor. Uyarlayan Özen Yula, bunu öngörmüş olacak ki hikayenin bölümleri arasında şarkılar serpiştirmiş, Serenad Bağcan ve Zeynep Halvaşi’nin eşşiz seslerinde kaybolmamıza göz yummuştu. Şarkılar, öyküyle müthiş bir uyum içindeydi, zannediyorum şarkılar bittikten bir iki dakika sonra bile anlatıma geçerken seyirci olarak bocalamamız, etkisinden çıkamadığımız bu uyum ve duygu yoğunluğu yüzündendi.
Fazıl Say çaldı, Serenad Bağcan, Zeynep Halvaşi söyledi; Songul Öden, Demet Evgar ve Esra Bezen Bilgin anlattı. 12 yaşındaki Trifon’u ve dedesini, onların yalnızlığını, denize olan tutkularını, hayallerini, bazen de sevgilerini anlattı. Başta belirttiğim gibi, öykü bizzat konu aldığı deniz gibiydi, sessiz sakin çarşaf gibi ve ardından hırçın tehlikeli, üstelik oldukça acımasız. Denizden bahsettik maviyi huzuru konuştuk hep, peki öykünün sonunda insanın içinde oluşan bu hayal kırıklığı ve öfke nedendi? Trifon sendin, trifon bendim çünkü. Hayal etmek hep ortak miras; seni, beni, başkasını, Trifon’u ayırt etmiyor, es geçmiyor. Hayal etmeden yaşıyorum diyene inanmayın bu yüzden. İyimseri, karamsarı, herkes iyi kötü bir hayal kurar. Hadi adı “geleceğe dair bir varsayım” olsun, hayal kulağa fazla toz pembe geldiyse. Bizim de en ufak esintiden, toz tanesinden koruduğumuz, gözümüzden sakındığımız, binbir emekle, büyük hevesle, umutla inşa ettiğimiz gemilerimiz yıkılmıyor mu daha açılamadan denize? Yıkılmıyor mu “geleceğe dair varsayımlarımız” zaman zaman? Okuyucuyu Trifon’a bu denli bağlayan da hem hayal kurmanın cezbedici yanı, hem de kaçınılmaz hayal kırıklığı aslında.
Gemiler tamir edilir, bazı hayaller yerine konur bir şekilde, hayal etmenin sonu gelmez, biri biter biri başlar. Peki insanın içindeki kötüye ne olur? Trifon’un gemisini batıran acımasız küçüklere ne olur? İnsanlığın temel çıkmazı da bu sanki. Her anlamda ve her alanda insan sadece zor, belirsiz ve aşılmaz doğa ile değil, kendi türüyle de mücadele vermek zorunda kalıyor, doğayı yeniyor, bu sefer de yanı başındaki “kötü”ye yeniliyor. Metnin yazarı ve yönetmeni Özen Yula, bestelediği şarkılardan biri için “Gemiye zarar veren zalim küçük çocukların büyüyüp günümüzün zalim adamları olduklarına dair bir şarkı yazdım,” demiş, derdime ortak olmuş meğer. İnsan doğası acımasız, yaş büyüdükçe zarar verme kapasitesi de artıyor, “günümüzün zalim adamları” yüzünden yalnız gemiden hayaller değil, hayatlar yerle bir oluyor. Trifon’un gemisi ellerinde ufalanıyorken bazı çocuklar hep “çocuk kalıyor” savaşın, silahların ortasında, hayatları ellerinde ufalanıyor.
Ve ben izliyorum, sen izliyorsun, dünya izliyor, insanın, “çocuğun” kötüye yenilişinin gerçek öyküsünü.