Şu aralar oldukça heyecanlı bir olay yaşıyorum. Annemle bir uluslararası sağlık hukuku kongresinde geldik. Peki neredeyiz şimdi? Tam olarak denizin ortasındayız. Ege denizinde. 4 Ekim Çarşamba akşamı Ankara’dan otobüsle İstanbul’a geldik. Galataport’ta biraz vakit geçirdik. Kahvaltı, gezme dolaşma, kahve içme, sohbet, biraz da ödevlerimi yapma ve ders çalışmayla geçti sabahım. Öğlen 12.00 gibi pasaport kontrollerinden geçip gemiye bindik. 10 günlük bir turdayım şimdi. Denizde seyir günlerinde kongreye katılıyorum ve geminin içinde annem ve annemin arkadaşlarıyla sohbet edip geziyorum.

Geminin içinde tahmin bile edemeyeceğiniz her şey var. Havuzlar, yemek yerleri, barlar, devasa bir tiyatro salonu (kongre sunumları da burada yapılıyor), bowling salonu, spor merkezleri, spa, çocuklar için oyun yerleri, sinema salonu, alışveriş yerleri hatta casino bile var! Ancak en önemli şey yok: İletişim.

DÜNYA İLE BAĞLANTIMIZ KESİLDİ

“Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de hâlâ aynı soruyu soruyorum. Dün akşam (4 Ekim) saat 23.00’den beri internetim yok, telefonumuz çekmiyor. Sanırım attığımız mesajlar gitmiyor. İnternet veya sosyal medya bağımlısı olduğumu düşünmüyorum. Çok paylaşım yapıyorum, o ayrı bir konu. İnternette de çok vakit geçiriyorum, kabul ediyorum. Ama şimdiki sorunum “Instagram dünyasında neler kaçırıyorum?” değil. Başka bir his. Dört tarafımız deniz. Dün akşam gemi yeni hareket ettiğinde İstanbul’u görebiliyorduk. Sabah uyandığımızda da bir miktar daha karayı görebiliyorduk ve bu bana bir güven duygusu veriyordu. Şimdi kendimi uzayda boşlukta süzülüyormuş gibi hissediyorum. Gemide acil bir durum olsa kimseye ulaşma şansınız yok. Hatta hangi tarafa yüzmek gerektiğini bile kestiremeyecek bir konumdasınız.

Bu noktada şöyle bir akıl yürüttüm. Gemi İstanbul’dan kalkıp birkaç Yunan adasına uğruyor ardından da Venedik’e doğru gidiyoruz. Yani hep Ege denizinde kuzeyden güneye doğru nispeten doğrusal bir yönde ilerliyoruz. Acil bir durum olduğu zaman can yeleğimi giyip denize atlayıp gemi arkamda kalacak şekilde yüzmeyi planlıyorum. Umarım öyle bir şey olmaz ama bildiğim tek gemi Titanic. (Boşuna panik yapmışım gemiden indim ve Ankara’ya doğru yola çıktık. Yaşıyorum. Gemi batmadı.) Her gün bizim bulunduğumuz tur gibi yüzlerce tur olduğunun farkındayım ama tedbirli olmakta fayda var. Dün gemiye biner binmez tatbikat yaptırdılar. Hani uçağa bindiğinizde “Çıkışlarımız önden, arkadan ve ortadandır.” gibi şeyler söylerler ya. Onun gibi. Hangi bota ne zaman binmemiz gerektiğini ve can yeleğini nasıl giymemiz gerektiğini anlattılar. Açıkçası Ege denizinde ilerliyor olmamızın ve ekim ayında olmamızın da bir faydası var. Denizde en derin nokta 200 metreden az olması gerekiyor çünkü Yunanistan ve Türkiye arasında kıta sahanlığı problemi var. Belki akıntı falan daha az olur okyanuslara kıyasla diye düşünüyorum. Boğazlarda çok güçlü alıntılar olduğunun farkındayım Karadeniz ve Akdeniz’in yoğunluk farkından dolayı ama bunu düşünmek istemiyorum. İçimi rahatlatmaya ihtiyacım var. En kötü yüzer gideriz yani bir kıyıya. Tek dileğim böyle bir durumla karşılaşmamamız.

GEMİNİN DALGALARLA SAVAŞI

Gemi turu bitti ve sağ salim İstanbul’a ulaştık. Ancak 11 Ekim akşamından 12 Ekim sabahına kadar acayip bir fırtına çıktı ve gemi beşik gibi sallandı. Gemi de devasa bir gemi. Nasıl o kadar sallandı anlamadım. Kocaman bir bina boyutunda. Geminin bir ucundan diğer ucuna yürümeniz on beş dakikanızı alıyor. Spor ayakkabıyla gezmeme ve hızlı bir tempoda yürümeme rağmen. Gerçi dalgalar muhtemelen en az dört beş metre boyundaydı. Gemi batsa da yüzemezdik. Hem karanlık hem soğuk hem de akıntılar şiddetli ve dalgalar çok büyük.

Bir de sallandıkça gemi gırç gırç diye sesler çıkarıyordu. Sanki duvarları parçalanıyormuş gibi. Bu da insanın asabını bozan bir durumdu. Bir de işin kötü tarafı, gemi aşırı kalabalık olduğu için ve salgın olduğu için çok hastaydık. Annem ve ben ateşler içerisinde yatıyorduk. Gece 03.00’de bir adam bağırarak bir kadın da çığlık atarak kamaramızın önünden koşarak geçti. Gemi de deliler gibi sallanınca battığımızı düşündük ve iyice panik olduk. Sonradan başka kimsenin geçmediğini görünce biraz rahatladık. En azından ben rahatladım. Annem hiç uyumamış o gece. Ben de yorgunluktan uyuyakaldım. Yorgunluğumun nedeni de o gün yedi saat aralıksız dans etmemden kaynaklanıyordu. Hem hastayım hem de dans ediyorum hoplaya zıplaya. Evet, çılgın olduğumu kabul ediyorum. Küçükken dans gösterilerim için günde on dört saat prova yaptığım da oldu. Pek de zorlanmadım yani. Çok da keyif aldım.

Sabah uyandığımda geminin artık sallanmadığını fark ettim. Çok sevindim. Kuşadası’na varmıştık. Her tarafta minik minik binalar görünüyordu. Kıyıya ulaşmamıza az kalmıştı. Gece 01.00’e kadar dans etmiştim ve 03.00’ten sonra yarı uyur yarı uyanık, huzursuz bir şekilde sadece üç saat uyuyabilmiştim. Korkunç bir geceydi ama sonunda canım ülkemin sınırlarına geri dönmüştük. (Yunan adalarından ve İtalya’dan geri dönüyorduk.) Yurt dışına gitmek heyecanlı ve ilginç olabilir ancak bizim ülkemizin güzelliği gerçekten bambaşka. Aynı duygulara İstanbul’da Galataport’a doğru yanaşırken de kapıldım. Bu konuya daha sonra tekrar değineceğim.

Leave a Reply