Öğlen Güneşi Altında Çekilmiş Eski Bir Fotoğraf

Başını yastığa koyduğunda martı sesleriyle uykuya dalana Ankara’yı savunmak zordur. Ankara tabiri caizse soluk renkli bir filtreye maruz kalmış, talihsiz, mesafeli bir şehirdir sonradan tanıyanlar için. Açılmayacakmış gibi görünen kapalı bir kutudur, gri beton duvarları vardır, içini göstermeyen. Ama kimse konduramasa da insanı en çok Ankara benimser yine, sarar sarmalar, yalnız bırakmaz. En güzel sokaklarını, kaldırımlarını, insanlarını gösterir bu şehir zamanla, büyük gizemli bir hanın kenarlarından ışıklar saçan ağır kapısını açar gibi, kabul etmesini bilene tabii. Evet, belki Ankara’nın sokakları sizi denize çıkarmaz İstanbul’un da her sokağının sizi denize kavuşturamayacağı gibi. Ama Ankara’nın her sokağı illa ki bir tanıdığa açılır işte, yusyuvarlak şehirde insan dönüp dolaşıp yine kendine rastlar. Her kesimden her sınıftan insanı bir arada barındırabilir Ankara, İstanbul daha çok süreklilik gösteren bir yarış, hayatta kalma mücadelesi, bir ön elemedir hatta kimi zaman, koşuda geride kalana acımaz İstanbul, yarış hep devam eder. Bendeki bu Ankara sevdasını belki bir bu şehrin toz kokusuna alışık olanlar bir de Ankara’yı satırlara, kağıtlara dokumuş olan Sevgi Soysal anlar.

Biz biliriz ki; Ankara hâlâ birkaç kum saati geride. Yeni yapılanmalardan uzak ara sokaklara, yaşlı binalara minik bir ziyaret; orada hala günlük koşuşturmacadan uzak, kendi dünyasını kırılgan bir kar küresi gibi koynunda saklayan birtakım insanlar… Oldu mu sana “Memleketimden İnsan Manzaraları”. Belki de devrilmek üzere olan dev bir kavak ağacı, tam bu kırılgan kar kürenin ortasında. Etrafında onca insan, onca hikaye, onca yaşanmışlık ve yaşanacak bir dolu gün. İnsana dair ne ararsan bu kavak ağacının etrafındaki kalabalıkta o an. Başka başka dertler, sevdalar, serzenişler ve kaygılar. Her yüzde ayrı bir çizgi, her çizgide de gizlenmiş bambaşka anılar. Saatlerce izle, anla, anlat. Oku insanı, sokağı, devrilen ağacı baştan sona.

Ve anla ki; manzara her zaman dalgalara vuran güneş ışıltılarından yansıyan bir mavilik değil, bazen sadece “öylesine” bir kavak ağacı.

“Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, öğlen güneşi altında çekilmiş eski bir fotoğraftır,” demiş Mustafa Arslantunalı, roman için kaleme aldığı ön sözünde. Düşündüm, denedim, bu güzel romanın daha iyi, daha yalın, daha konsantre bir tasvirini bulamadım. Sevgi Soysal’ın kadraja her toplumsal sınıftan, her yaştan, her meslekten, her görüşten ve inançtan karakteri sığdırabildiği bir öğle sıcağı fotoğrafı gerçekten de bu roman. Birbirlerinin hayatlarına iyi kötü, az çok dokunmuş bir bütünün parçalarını oluşturan karakterlerin teğet geçen öyküleri, geçmişleri, şimdileri, yarınları, en büyük korkuları ve de en naif heyecanları. Roman boyunca odak genel itibariyle üç arkadaşın, hayatları, hayalleri, ilişkileri üzerinde gezinse de Soysal’ın her karaktere bir anlam, bir mesaj yüklediği ve hepsine teker teker söz hakkı tanıdığı bir kurgu temelinde ilerliyor Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. Söz hakkı alan her karakter sıra kendisine gelince geçiyor karşınızdaki koltuğa, elinde kahvesi anlatmaya başlıyor bir bir, ne yaşandı ve de ne yaşanıyor Yenişehir’de.

Roman bana göre kusursuz bir akışa sahip, bir okuyucu olarak bu kadar fazla karakteri arka arkaya tanımakta hiç zorlanmadım da diyebilirim. Romana yönetilmiş “kopuk bir kurgu” olduğuna dair eleştirilerinin aksine okuyucunun kendi yolunu bir karakterden diğerine akarken bulduğunu ve dilin bu bütünlüğü sağlamak konusunda üstüne düşeni yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim. Sevgi Soysal, dili öyle bir ustalıkla kullanmış ki sanki ilk sayfadan itibaren kendisi elinizden tutuyor da adım adım büyük bir meydanda toplanmış, hepsi bir arada sizle tanışmayı bekleyen roman karakterleriyle tanıştırıyor sizi önce. Hepsinin geçmişlerine, hayallerine, korkularına dair detayları fısıldıyor kulağınıza bir yandan ve siz de onunla birlikte şaşırıp üzülüyor, kimisine acıyor, kimisinde kendinizden bir şeyler buluyor, belki utanıyorsunuz.

Karakterlerin hayatlarına, anlarına girip çıkarken Soysal minik detaylarla, bir iki kelimeyle de olsa bizi asıl/gizli odağımıza döndürüyor tabi. Kalemiyle soruyor aslında, hiç de sıkıştırmadan okuyucuyu; Öylesine mi devrilir koca bir kavak? Ne anlama gelir şimdi bu yaşlı kavağın hazin sonu? Yine kendi cevaplıyor Soysal, kıyamadan okuyucusuna; kavaklar devrilir, insanlar değişir, sokaklar, binalar, semtler değişir ve bir bakmışsınız ki önce tanıdığınızı sandığınız bir şehir, sonra koca dünya değişmiş. Ankara, Soysal’ın kaleme aldığı Ankara değil artık, bugün gözümün gördüğü, kulağımızın duyduğu Ankara olarak da kalmayacak yıllar sonra. Yani değişmeyen tek şey değişimin kendisidir, nihayetinde. Ve değişime direnmenin de geçmişe çapa atıp takılı kalmanın da insana bir faydası olmayacaktır. Değişim, zaten sanıldığı kadar korkutucu ve güvensiz de değildir her zaman, değişim yenileyicidir, yapıcıdır, itici bir güçtür. Ve değişim en çok da zihne, zihniyete iyi gelir; ileriye dönük her değişme kapısı açık olana, bir şeyleri, bir düzeni değiştirmek adına yürüdüğü yolu bilenlere iyi gelir. O zaman biz de yürüyoruz, hep ileriye, daha iyiye. Bir de Ankara’yı, bu gri şehri seviyoruz iyisiyle kötüsüyle, çünkü bu şehir bizim, sokaklarıyla, caddeleriyle, dev kavak ağaçlarıyla..

 

Fotoğraflar için:

https://www.ego.gov.tr/tr/fotogaleri/resimler/1028/ankara-nostalji-fotograflari

http://t24.com.tr/k24/kategori/dosya

https://tr.pinterest.com

https://bilginiz.biz/2013/11/eski-ankara-resimleri

Leave a Reply

2 comments

  1. U.Zuhal Cetinkanat

    Yine alkisliyorum İrem cigimi yuregimden gelen sevgimle??

  2. Aslı

    Sevgili İrem Tekinel,

    Yazdığın hikayelere senin pencerenden bakmak bazen sıradanı büyülü hale getiriyor bazen de bilinmeyeni yepyeni bi paketle sarıp açmak için sabırsızlanılan bir hediyeye dönüştürüyor. Kimbilir daha hangi yolculuklara çıkarcan bizi.:)
    Kaleminin hiç susmaması dileğiyle..