Aslı Erdem & Lale Şenkula
Salvator Mundi
Dünya tarihinin en önemli ve yenilikçi dönemlerinden Rönesans’ın akla
ilk gelen sanatçısı Leonardo Da Vinci olabilir. Bilim ile teknik alanlardaki
yetkinliği haricinde sanatla iç içe bir hayat geçiren Da Vinci, döneminin en
ünlü eserlerine imza atmıştır. Portekizce ismi Salvator Mundi (Dünya’nın
Kurtarıcısı) olan tablosu sanatçının, detayları yansıtmadaki gücünü ve
kullandığı tekniklerin üstün başarısını gözler önüne serer. Salvator Mundi,
Hz. İsa’nın kurtarıcı olarak resmedildiği bir tablodur. Milano ve Cenova’nın
fethedilmesinden sonra Fransız Kraliyet ailesi için sipariş edilen tablo, yakın tarihlerdeki restorasyon sırasında oldukça karanlık ve kasvetli olarak
tanımlanır. Sanat tarihçisi Pietro Marani’nin bir demecinde belirttiğine göre Salvator Mundi’nin, Mona Lisa ile benzerlikle taşıdığı tespit edilir ve
tabloda Leonardo’nun iç dünyasının izleri gözlemlenebilir.
alvator Mundi tablosunun günümüzde bu kadar dikkat çekmesinin
sebebi ise geçtiğimiz Kasım ayında New York’ta gerçekleşen bir açık
arttırmada 450 milyon dolara satılarak şu ana kadar satılan en pahalı tablo
ünvanını elde etmesi. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Kültür ve Turizm
Bakanlığı adına Suudi bir Prens tarafından satın alınan tablonun bu yıl Abu
Dabi Louvre Müzesi’nde sergilenmesi bekleniyordu ama son yapılan
açıklama ile ertelendiği duyuruldu.
Ilginç olan ise, aynı tablonun 1958 yılındaki bir açık arttırmada Da Vinci’ye ait olduğu bilinmeyerek 45 pounda satılmasıydı. 2005 yılında tekrar keşfedilen eserin ise yapılan uzun araştırmalar sonucu Leonardo Da Vinci’nin elinden çıktığının anlaşılması ile tablo bu astronomik değere alıcı bulmayı başardı. Bazı araştırmaclcılar tarafından tablonun Da Vinci’nin öğrencilerinden birine ait olduğu iddiaları ortaya atılsa da Salvador Mundi, Abu Dabi Louvre Müzesi’ne ciddi anlamda bir ilgi ve turist çekeceğe benziyor ve ismini mutlaka görülmesi gereken eserler listesine üst sıralardan yazdırıyor.
Bengisu Şimşek & Elif Gündemir
Self Portrait with Cropped Hair
( Kesilmiş Saçlı Otoportre)
Sürrealistler Kahlo’yu bir diğer sürrealist sanatçı olarak nitelendirir. Ancak Kahlo’nun tek bildiği, duygularının çarpıcı bir şekilde dışavurumu olduğudur. Sürrealist olup olmadığı değil…
Çizdiği sayılarca oto portresinin arasından dikkat çeken eseri “Kesilmiş Saçlı Oto Portre”nin özelliğini anlatacağız şimdi sizlere. Bu tablo, bir bitişin ve başlangıcın sonucu olarak ortaya çıkar. Frida Kahlo ve Diago Rivera’nın dillere destan olmasının yanında epey sorunlu olan evliliğine sanatseverler çokça aşinadır. Bu birliktelik Kahlo’ya erkek bir sanatçının “karısı” olmanın zorluklarını göstermiş olup, kadının sanattaki yerini birkaç yaralayıcı deneyimle göstermiş olacak ki “Self Portait With Cropped Hair” gibi bir eser bırakmış bizlere. Kimi bu eserin bir çeşit ağıt olduğunu savunacaktır ama sayıları genelde az kalır.
İlişkilerine ve Kahlo’nun bağımsız bir kadın sanatçı olmanın önemini sürekli belirtmesine bakıldığında Self Portait With Cropped Hair’ın bir özgürleşme tablosu olduğunu fark etmemek biraz zor gibi. Boşanmalarından sonra saçını kısacık kesen Kahlo, oto portrelerinde genellikle gördüğümüzün aksine geleneksel elbiseler giymek yerine takım elbise giyiyor. Resmin üzerinde yazan bir şarkı sözünde şunlar söyleniyor: “Bak, eğer seni seviyorduysam saçın içindi. Artık kelsin ve seni sevmiyorum.” Ki Rivera’nın Kahlo’nın uzun saçlarını sevdiği bilinir.
Kahlo bir bakıma kocasının arzuladığı, sevdiği formdan çıkıyor ve bunu bir özgürleşme adımı olarak görüyor. Elindeki makasa, yerlerdeki saçlara ve suratındaki umursamaz ifadeye bakıldığında dönüşümünün onu güçlendirdiği bariz. Duygusal ve sembolik anlamda zengin detaylarıyla, Kahlo özgürleşme hissini en iyi bildiği şekilde, fırça ve boyalarıyla bizlere sunuyor.
Billur Güven & Zeynep Selçuk
Self Portrait: Saint- Remy
(Otoportre)
Kendini sanatına adayan ressamların günümüzde en çok bilinen isimlerinden Van Gogh. Yıldızlı Gece, Kafe Terasta Gece, Ayçiçekleri gibi çarpıcı eserlerinin yanı sıra çizmiş olduğu otoportreleri de eserleri arasında oldukça önemli bir yere sahiptir.
Hayatının son beş yılında otuzun üstünde otoportresini yapan Van Gogh’un en ünlü portresi 1889 yılında resmettiği “Self Portrait: Saint- Remy” dir. Fransa’nın Arles şehrinde çizdiği “Self Portrait: Saint- Remy” bazı sanat tarihçileri tarafından Van Gogh’un çizdiği son otoporte olarak değerlendirilirse de genel itibariyle “Self-portrait without beard”in son otoportre kabul edildiğini söylemek doğru olacaktır. Niye kendisini çizdiğine dair düşündüğümüzde, karşımıza modeller için para ödeyemediği sonucu çıkıyor. Elbette bir ressam için kendinin portesini çizmek yalnızca böyle bir sebepten ibaret olamaz. Söz konusu ressam kulağını kesme gibi sıradışı hikayeleriyle bildiğimiz, melankolik sanatçı Van Gogh’sa çok daha derin nedenler olacağını tahmin etmek güç değil. Psikolojik problemleri nedeniyle yattığı hastaneden çıktıktan hemen sonra resmettiği bu portrede, ruhsal sorunlarını ve dalgalanmalarını fırça darbeleri ile yansıttığı düşünülmektedir.
Tabloya bakıldığında, dikkatli ilk çeken Van Gogh’un gözleridir. Bu gözler, tüm cesaretiyle korkularıyla yüzleşirken kendisini sanatıyla iyileştirmeye çalışan bir adamın gözleridir. Dingin renkleri kullanmayı tercih eden Van Gogh, turuncu saç ve sakalıyla bu dinginliği bozmuştur toportresinde. “Ben işime ruhumu ve kalbimi verdim, bu süreçte de aklımı kaybettim.” diyor Van Gogh. Bu söz ekseninde ve tablonun analizleri itibariyle düşündüğümüz de başarılı bir oto-portreden ziyade, bir iç çekiş olduğunu görebiliyoruz “Self Portrait- Saint- Remy”’nin.
Eğer Van Gogh’un tablolarında ifade ettiği çelişkili iç dünyasına yolculuk yapmak isterseniz, 2018 yapımı biyografik animasyon Loving Vincent de ilginizi çekebilir.
Kaynakça
Kapak resmi: Pinterest