Ne zaman içim sıkılsa, bir suskunluk, hayata karşı bir yılgınlık gelse, açar İlhami Algör okurum. Hangi kitabı olduğunun önemi yoktur. Bir anda hayata bakış açım değişiverir, kendime gelir, kendimi bulurum. Karaköy-Kadıköy vapurunun güvertesinde, elimde içemediğim ama sıcaklığını hissetmenin bana iyi geldiği bir bardak acı çay, Kız Kulesi’nin hikâyesini yazarım kafamda, yeniden. Bir adam ve utangaç bir kadının kaçamak bakışlarını yakalarım. Küçük bir kız çocuğunun gülümsemesini duyumsarım içimde. Sonra, martı çığlıkları eşliğinde kitabımı okurum…
Gelgelelim Algör’ün hızına ne yaparsam yapayım katiyen yetişemem. Bir anda doğup büyüdüğü Suriçi sokaklarında gezintiye çıkarır beni. Sahilde çocuklarla balık tutar, bana da çay kapıp gelme görevini verir. Balıktan anlar mı yoksa çocuklara oyun mu yapar bilemem, bilmek de istemem. O mutludur, ben mutlu. Çocuklar desen havalara zıplar gülmekten. Ne olduğunu anlayamadan, yön ve zaman duygumu kaybetmiş bir şekilde, olaylar arasında bağlantıyı bile henüz yeni yeni anlamaya başlamışken, İlhami Abi beni alır, Beyoğlu sokaklarında peşi sıra yürütür. Eski plakçılardan, kahvaltı mekânlarına, yüzyıllık Huzur apartmanlarının tozlu sakinlerinden, İstiklâl’in radyocu delilerine, herkes tanır İlhami Abi’yi, herkes sever. Sevmemek mümkün müdür? Tünel’e gelince çöker bir iskemleye, piposunu tüttürür İlhami Abi. Demli çayını da hemen hazır ederler. Sonra bana değişik değişik hikâyeler anlatmaya koyulur. İşte o vakit, bir hüzün çörekleniverir yüreğine, yüzüne yansır, görürüm. Ne olacak bu memleketin hali, der. Ölenler bizim çocuklarımız, öldürenler bizim, der. Az önce gözlerinin içi gülen adam, gözümün önünde dağ gibi erir. Sonra yine neşelenecek, hayata tutunacak bir şeyler bulur muhakkak. “İnsanlığı Temsilen Uzaya Gönderilecekler Listesi” hazırladığını söyler bana. Yahu abicim, ben de iyice beyhude işlerin piri oldum, der. Gülerim. Senin sayende İstanbul’u daha bir başka seviyorum abi, derim. Bir anda ayağa fırlayıp, gel o zaman, der.
Beni bir yerlere götürecek, bilmediğim yerleri keşfettirecek diye düşünürken, tutar beni eve götürür. Kapıyı açınca “zilli” diye seslendiği, üç ayaklı kedisi bize yan bir bakış atıp salona geçer. Soru sormama fırsat vermez, sen otur şöyle, ben hemen geliyorum, der. Elinde türlü kağıtlar, bilmediğim cisimler, az sonra geri döner. Kendimi bir ruh çağırma ayininde buluveririm. Aman abi, bir sakatlık olmasın sonra, derim. Sana İstanbul’u dinleteceğim, der. Mecbur susarım. Aylar önce bir asansör kazasında ölen işçi çıkar gelir ilkin. İstanbul’u anlatır. Sonra, geçtiğimiz ay bombalı saldırıda tüm uzuvları paramparça olan bir başka adam gelir, o da bir şeyler söyler. Sapığın biri tarafından yakılarak öldürülen trans bir kadın gelir sonra, İstanbul’u bir de ondan dinleriz. Yeter be abi, derim, yeter…
Yaşadığı şehrin, ülkenin, dünyanın tüm dertlerini kendi derdi bilip, hepsine ayrı ayrı üzülen bir adamın, nasıl böyle eğlenceli şeyler yazabildiğini hiç anlayamam. Ama İlhami Abi, Suriçi’nin en kıyak abisi, kalemi eline aldığı andan itibaren, ne olursa olsun, tüm bu sıkıntılarını katık yaparak bizleri güldürmeyi başarır. Sokak sokak hikâye peşinde koşar: Müzeyyenler, Nezahatlar, daha kimler kimler sokakta denk gelirler de kurtulamazlar deftere yazılmaktan.
İlhami Algör okumak, bir yaşayış biçimi, bir hayat felsefesidir. Kitabı elinize aldığınız andan itibaren, kilometrelerce uzunlukta bir yolu, sayısız defa git gel yapacağınızı bilmeniz, ona göre bir karar vermeniz gerekir. Gerektirdiklerini yapınca, hazır olunca, İlhami Algör’ün uçsuz bucaksız dünyasına giriş yapabilir, sonu olmayan bu âlemin bir hülyâ mı yoksa gerçeğin daniskası mı olduğuna karar verebilirsiniz.
(Bu kurmaca metnin yazma sürecinde, İlhami Algör’ün tüm kitaplarından, özellikle İkircikli Biricik romanından faydalanılmıştır.)