Klasik müziğin oldukça kendine has ve günlük insan yaşantısına uzak görünen bir havası vardır her zaman. Evde otururken sıradan bir pop şarkısı gibi, Mozart’ın senfonilerinden birini açıp dinlemek garip görünebilir bazı insanlara. Beklentiye göre sanırım biraz daha “elit” olmak gerekir. Belki klasik müziğin bu görüntüsü, saray sınırlarından bir türlü çıkamayan tarihi ile bağdaştırılabilir. Belki de klasik müziği oluşturan o enstrümanların, sahnenin asil havasından bize öyle hissettirir. Ancak bu uzak görüntü sebebiyle de bir dinleyicinin “Klasik müzikten anlamıyorum”, diyerek kestirip atması bence oldukça büyük bir kayıp. Bu türün, verilen emekten ayrı tutularak, aslında müziğin doğal güzelliğinin sadece bir parçası olduğuna alışabilmek gerek. Bunun için de “Mozart in the Jungle” gibi, klasik müziği televizyona taşımaktan daha etkili bir hareket olamaz herhalde.
Dizi, son zamanlarda düşüşe geçen New York Senfoni Orkestrası’nın başına, döneminin en ünlü orkestra şefi olan Rodrigo’nun gelmesiyle başlıyor. Dizinin en deli dolu karakteri olan Rodrigo, radikal ve önceden kestirilemeyen hareketleriyle, klasik müzik dünyasının sürekli dikkatleri çeken “rock starı” konumunda bile denebilir. Bu noktada ise unutulmaması gereken kısım ünlü oyuncu Gael Garcia Bernal’in oyunculuğu olmalı. Hayata diğer insanlardan oldukça farklı bakan bir kişiyi abartılı bir metod oyunculuğuyla karikatürize etmek yerine, daha gerçekçi canlandırarak karakteri biraz daha inandırıcı hale getirebilmiştir. Başrolü paylaşan diğer karakter olan Hailey ise bir türlü istediği çıkışı yakalayamayan ve New York Senfoni Orkestrası’nda çalmak isteyen genç bir obuacı. Dizide herkes yaptığı işte inanılmaz başarılı olduğu için, Hailey kendi gelişimiyle diziyi de yönlendiren karakter oluyor.
Klasik müzik sanatçılarının ütopik görünen dünyalarından alıp evlerinize kadar getiren bir dizi desem yanlış olmaz herhalde. Bu kadar güzel bir sanatı mesleği haline getirmiş ve bunun için de bir enstrüman üzerinde yıllarını harcayan insanların dünyası çok ayrı görünse de onların da bizim gibi “sıradan” insanlara benzediği yönlerini komediyle çok güzel birleştiriyor. Ama tabii komedi kısmının da es geçilmemesi için oldukça ilginç karakterlere ve durumlara da bolca yer veriliyor. Rodrigo’nun Mozart’ın hayali ile konuşması bile bir yerden sonra size normal geliyor.
New York’ta başlayan hikaye ise orada kalmıyor. Müziğin evrenselliğine de hitaben dizinin hikayesi her sezon başka ülkelere de uzanıyor. Şimdiye kadar sırasıyla Küba, Meksika, İtalya ve Japonya gösterildi ancak bu yerler sadece gösterilmekle yarıda bırakılmıyor. Sanki siz oradaymışsınız gibi hissettirecek kadar her ülke, kıyafetleri, kültürü ve mimarisiyle bile konunun bir parçası haline geliyor, hatta bazen konuyu da yönlendiriyor. Ne kadar adını çok duyuramasa da bu dizi, 4 sezon boyunca kalitesini hiç düşürmeden devam edebilmesini, bence konulardaki yaratıcılığına ve risk almaktan korkmamasına borçlu. Her bölüm Mozart, Mahler, Tchaikovsky gibi ustaları dinlemek bile izleyiciyi mutlu edebilecek iken, bununla yetinmemesi onu diğerlerinden farklı yapıyor.
GÖRSEL KAYNAKLAR:
http://modernculturalreject.com/mozart-in-the-jungle/
https://www.tvinsider.com/104871/mozart-in-the-jungle-season-3-preview/
http://www.vulture.com/2017/01/mozart-in-the-jungle-gets-classical-music.html