“Herhangi bir objeyi, mesela çantanızı, müzeye koyup sergilesek, bu onu sanat yapar mı?”
İsveç’teki sanat müzesinin bu ayki konuğu sizsiniz. İçeri girdiniz; serin bir hava ve yüksek duvarlar… Sizi müzenin yakışıklı müdürü karşılıyor. Hava biraz ısındı değil mi? Konuşması ve bilgili tavırları ilginizi çekti. Müzenin ortamına aşina olmayan siz, başta biraz gergindiniz. Daha sonra yeni açılacak sergi hakkında konuşan bu beyefendinin çekimine girdiniz. Onun kendinden emin tavırları ve fiziksel görüntüsü karşısında güvende hissettiniz. Gerginliğiniz zamanla geçti. Sıra, anlatmaya çalıştığı sergi hakkında fikir sahibi olmaya geldi. Ama öncelikle birkaç soruyu dürüstçe yanıtlamanız gerekiyor.
Çevrenizdeki insanlara güveniyor musunuz? Eğer güveniyorsanız, bu güven çemberini nereye kadar daraltabilirsiniz? Her gün aynı yolu paylaştığınız insanlar mı daha güvenilir, yoksa yakınınızdakiler mi? Hiç tanımadığınız insanlarla mı iletişiminiz daha kolay oluyor yoksa sizin hakkınızda biraz bilgiye sahip kişilerle mi?
Sorular ilerledikçe kişisel alanınıza bir müdahale hissetmiş olabilirsiniz. Belki ikilemde kaldınız; toplumun kabul edeceği cevabı mı yoksa gerçekten düşündüğünüzü mü seçme konusunda…
Şimdi sanat müzesinin müdürü ile tanışma anına dönelim. Ortamın da getirdiği bir gerginlik ile güven sorunu yaşamıştınız. Sonrasında karşınızdakinin sergilediği tutum ve görüntü itibariyle anlam veremediğiniz bir rahatlama gelmişti. Bir sanat çatısı altında, hoş biri ile sanat konuşuyordunuz. Peki ya bu öylesine bir alan olsaydı, mesela herhangi bir karenin içi. O karenin sınırları içinde iletişimde olduğunuz kişi de bakımsız, eğitimsiz biri olsaydı. Yine aynı şekilde güven hisseder miydiniz? Karenin size güvence sağlayacağını söylesem bile mi?
“KARE, güvenin ve yardımseverliğin sığınağıdır. İçinde hepimiz eşit hakları ve sorumlulukları paylaşırız.”
Eğer buna da dürüstçe cevap verdiyseniz, sizi bireylerin hayatta her gün yaşadıkları ikilemleri toplumsal bir eleştiri niteliğinde sunan “The Square” ile tanıştırayım. Eleştirilerini toplumun içinden derleyip önümüze koyan yönetmen Ruben Östlund, sınırları zorlamayı sevdiğini kanıtlamış bu filmde. Klişe toplumsal mesaj vermektense sanatı ve sanatçıyı, izleyici ve bir bakıma tüketici ile birlikte sunmuş. “Biz üretelim, siz orada rahat alanlarınızda sadece tüketmek yerine buyurun sizi de sahneye alalım” demiş adeta.
İnsanoğlunun gerçek yüzü, nelere katlanıp neleri yok sayacağı yemek davetine vahşi bir hayvanın misafir olmasıyla başlar. Şık bir mekanda, ışıkların yemekleri ve pek tabii insanları aydınlattığı bir yemek hayaliyle davete giden sanatseverler… Biri çıkar konuşma yapar ve yemek sohbet eşliğinde başlar. En azından çoğu kişi böyle olacağını varsaymıştır. Tek bir kişi dışında: vahşi hayvan kılığında insan ya da insan kılığında vahşi bir hayvan mı demeliyim? Sadece insanlar değil, sanat denilen olgu da masaya yatırılır bu hayvanın gelişiyle birlikte. Sanatın ne olduğu ve sınırlarının nereye dayanabildiğini insanların da katılımıyla görürüz. Eğer bu “sanat eseri” sizi tehdit ederse, onu hala bir eser olarak kabul eder misiniz? Yoksa sergilenen bir düşünceyi yok mu sayarsınız sırf güvende kalmak için?
“…hareketsiz kalırsanız hayvan sizi fark etmeyebilir ve bir başkasının av olacağını bilerek sürünün içinde güvenle saklanabilirsiniz.”
Terry Notary’nin ustalık performansı ise bu noktada gerçekten takdire şayan. Bir oyuncu olarak bile, malum sahnede kendisini insanlık ve hayvansal dürtüler arasında bir ikilemde bulmuş olmalı. Toplumun gelişimine mi yoksa içinde hala sakladığı ilkel dürtülere mi şahitlik ediyoruz diye sorular ardı ardına sıralanırken, Notary sahneyi yaşayıp izleyicilere de yaşatmayı başarmıştır. İzlerken kendinizi aniden Notary veya vahşi bir hayvan ile aynı masada bulabilirsiniz benden söylemesi.
Gelelim bu ikilemlerin en vurucu olaylarından birine. Daha doğrusu film olayları hem kendi içinde hem de resmin bütününde birbirine bağlıyor. Bu da bağlantıları kolayca kurup asıl bize yöneltilen soruları cevaplamamıza neden oluyor. “Kare” sergisinin insanlara pazarlanış şekli ve gelen tepkiler üzerine;
-Yani sahip olduğunuz ifade özgürlüğünün sınıra dayandığını mı düşünüyorsunuz?
-İfade özgürlüğünü belirlemek sizin elinizde mi?
-Böyle bir oto sansür sanatı engellemeye yol açmaz mı?
Claes Bang’in hayat verdiği sanat müzesi müdürü Christian karakteri de topluma uygun hareket etmediğinde bir takım sorularla karşılaşır. İkilemlerinin sonucu yöneltilen ve düşünce özgürlüğünün de sanatın içinde nasıl bir yer edindiğini toplumsal sınırlar çerçevesinde yanıtlar: “İfade özgürlüğünün bir takım sorumluluklar getirdiğine inanıyorum. Ne ifade edeceğinizi düşünmelisiniz.”
Sahnelerin uzunluğu filmi durağan kılarken yaşanan her olay ve başrolün olaylar sonucunda aldığı her karar filmi dinamik tutmaya yetmiş. Filmin ismini oluşturan “Kare” imgesi ise Christian üzerinden insanların güvenini ve tahammül sınırlarını tartıyor. Başka birinin iyiliğini düşünürken kendimizi bir anda kendi çıkarlarımızın ışığında bulabiliyoruz. Bu da hem kendimize hem de karşımızdakine güven duygusunu yeniden şekillendirmemize neden oluyor.
Kare’nin içine girip siz de bu sorulara tabi tutulmak istiyorsanız, durmayın ve izleyin bu filmi. Karenin toplum içi güveni mi yoksa bireyin özgüvenini mi oluşturduğuna siz karar verin.
Kaynakça