Günlük hayatta aklımıza gelen sözlerin, neden yaptığımızı bilmediğimiz hareketlerin ve nereden estiğini bilmediğimiz düşüncelerin birçoğunun çocukluğumuza dayandığını düşünüyorum. Size kalkıp Freud’un kişilik teorisini savunacak değilim ancak en azından bir noktaya kadar bunun mantıklı olabileceğini düşünüyorum. Bunun yanında, çocukken sahip olduğumuz algının okuduğumuz kitapları, izlediğimiz çizgi filmleri ve yaşadığımız olayları şu ankinden bambaşka bir şekilde yorumlamamıza sebep olduğuna inanıyorum. Hani bazen çok küçükken izlediğiniz bir filmi açıp tekrar izlersiniz, o filmin aklınızda belli bir şekli ve size verdiği bir his vardır ancak filmi tekrar izlediğinizde “Bunu nereden çıkarmışım ki?” dersiniz. Zaten sadece uzun süredir duymadığımız bu hisleri tekrar duyabilmek için geriye dönüp durmaz mıyız?
Uzun süredir aklımda bir sahne vardı. Açık kahverengi koltuklarla ve farklı saksı bitkileriyle dolu bir odada yere serilmiş bir gazete sayfası, küçük bir çocuk onu okumaya çalışıyor ve çevresindeki yetişkinler de onu izliyorlar. Başka bir sahnede çocuk uygunsuz bir şarkı söylüyor ve babası onu dövmeye başlıyor. Ancak aklımdaki bu görüntüler net değil. Ne olduklarından pek emin değildim aslında. Bazen acaba bunları ben mi yaşadım diye düşündüğüm de oluyordu.
Bir misafirliğe gitmiştik ben daha küçükken. “Yetişkin konuşmaları” ilgimi çekmediği için kitaplığı karıştırmaya başlamıştım ve Şeker Portakalı ile orada tanıştım. Okumayı yeni öğrenmiştim ancak kitap beni çabucak içine almıştı. Bu yaz kitabı tekrar okuduğumda, aklımdaki bu sahneleri Şeker Portakalı’ndan çaldığımı anladım. Tuhaftır, bir şeye çok uzun süre inanırsanız, o şey sizin gerçeğiniz oluyor. Açık kahverengi koltuklarla ve yetişkinlerle dolu o odada yere serilmiş gazeteyi okuyan çocuğun ben olduğuma dair kuvvetli bir inancım vardı. O çocuk ben değildim tabi ki ama garip olan başka bir şey daha var, aklımda canlanan sahne, aslında kitabın hiçbir yerinde o şekilde anlatılmıyor. Kitabın hiçbir yerinde açık kahverengi koltuklardan ya da saksı bitkilerinden bahsedilmiyor. Ancak o zaman kitabı okuduğumda bende nasıl düşünceler canlandıysa, o sahneyi nasıl hayal ettiysem, hafızamda aynı şekilde yer etmiş. Bu yüzden o detayları kitapta görememek beni çok şaşırttı.
Aslında bunu sandığımızdan daha sık yapıyoruz, aklımızdaki sahneleri idealize etmeyi ve kendimizi onların gerçek olduğuna inandırmayı yani. Bir anıya sahibiz ancak bu anıya yalnızca hatırlamak istediğimiz şekliyle sahibiz. Hayallerimizi idealize ediyoruz, kitap sayfalarını, çocukluğumuzu, romantizmi, siyaseti, insanları… İdealleri bile idealize ediyoruz. Bugün “Before” film üçlemesini izledim. Üçlemenin son filmi “Before Midnight”ta şöyle bir söz vardı: “You have to be a little deluded to be motivated.” Sanırım insanın bazı şeylere olan inancını kaybetmemesi için biraz kendini kandırması gerekiyor. Küçük beyaz yalanlar. Kime ne zararı dokunabilir? Değil mi?