Hakkında düşünmek için üzerinden yeteri kadar zaman geçmiş iki olayı –ki her biri aslında uzun bir zaman dilimine yayılmıştır- anlatmakla başlayacağım. Böylece sanatçının eylemleri ve eserleri arasında bir bağ kurmaya hakkımız olup olmadığını görmeyi umuyorum.
MORRISSEY
80’lerin ömrü sadece birkaç yıl süren efsane grubu The Smiths’in vokali Morrissey, özellikle kariyerinin son çeyreğinde hayranları tarafından ihanetle suçlanıyor. Bir zamanlar duyarlılığı, içtenliği ve duygusallığı ile aynı onun gibi kendi sesini arayan milyonlarcasına sözleri ile eşlik eden bu benzersiz ses şimdilerde yaptığı faşizan açıklamalarla hayranlarının anılarını lekelemekle meşgul.
Hayvanlara sistematik bir şekilde işkence ettikleri gerekçesini sunarak Çinlileri “insan değil olsa olsa bir alt tür” ilan etmesi ve İngiltere’de artan İslamcı cemaatleri bir tehdit olarak görerek Britanya’nın geleceği için buna bir dur denmesi gerektiğini belirtmesi kimi gruplarca tepkiyle karşılanırken, benim tepkimi de hemen hemen yansıtan hatrısayılır bir kesim de Morrissey’in radikal tutumunu ve saldırgan dilini eleştirmekle birlikte vurgulanan konuları Morrissey’den daha tehlikeli bulduklarını ifade etmişti. Ancak ihmal edilebilecek küçük bir Morrissey destekçisi azınlık dışında hemen herkesin tepkisini alarak neredeyse tüm hayranlarının nefretini kazanmasına neden olan açıklama fazla gecikmedi ve MeToo Hareketi’nin en hararetli günlerinden birinde geldi: ‘Tarih boyunca her zaman hiyerarşik yapıda üstte olan altta olanla birlikte oldu, ne yani herkesi hapse mi atalım?’
POLANSKI
Polonyalı ünlü yönetmen Roman Polanski her ne kadar son yıllarda Sharon Tate’in de ölümüyle sonuçlanan Charles Manson katliamı(1969) ile anılsa ve özellikle Hollywood sinema sektöründen pek çok isim tarafından mağdur olarak nitelense de sinema dünyasının en sözü geçen isimlerinden olan Polanski’nin hayatı oldukça mide bulandırıcı.
Polanski’nin 1970’ler ve 80’ler boyunca yaşı henüz 18 olmayan kadınları istismar ettiği ve bundan zevk aldığı biliniyor. Tam sayı kimse tarafından bilinmese de dört ayrı tecavüz medyaya yansımıştı. Bu dört ayrı olaydan sadece bir tanesi yargıya taşındı. 1977 yılında 13 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz ettiği gerekçesiyle ile açılan davada tutuksuz yargılanan Polanski, yargı, politika ve medyadaki gücünü de kullanarak Fransa’ya kaçtı. Fransa’da suçunu itiraf eden Polanski bir röportajında ‘tüm erkekler bunu istiyor, hatta beni yargılamakla görevli hakimin ve juri üyelerinin bile aslında benim yerimde olmak istediklerini biliyorum’ diyerek tüm bu davaların düzenini bozduğunu ve kendisinin asıl mağdur olduğunu söyleme cüretini kendinde buldu.
Her ne kadar yaptıkları yanına kalsa ve ayrıcalıklarından pek azını fedakarlık ederek kariyerini sürdürse de ona karşı haklı sesler yükselmedi değil. Sesini en gür çıkaranlardan biri ise geçen sene 45. César Ödülleri’ndeki tepkisi ile Adèle Haenel oldu. Roman Polanski’nin bir kez daha En İyi Yönetmen ödülünü kazanmasının ardından başarılı oyuncu “Bravo, pedophilia!” diyerek bu tercihi protesto etti ve salondan ayrıldı.
Bu protestonun gelecek yıllarda da sıkça hatırlanacağını ve özellikle Avrupa sinemasında önemli değişimlere yol açacağını düşünüyor, en azından umuyorum. Peki bu haklı tepkinin sınırlarını nereye kadar uzatabiliriz? Şundan hiç şüphem yok ki ideal olan sanatçının daha ilk affedilmez suçunda bir daha güneş ışığını görmemek üzere cezaevine girmesidir. Geleceğinde üreteceği başarılı, harika eserlerden insanlığın mahrum kalması umrumda bile değil. Bununla birlikte sanatçının eseri sanatseverin onunla yaratıcısı arasında bağ kurmasına yetecek kadar kişiseldir. Bu sebeple sanatçı ve eseri birbirinden ayrılamazlar. Tam da bu yüzden sanatsever kendisini bu türden sanatçılara herhangi bir kazanç sağlayacak duruma düşürmemeli, artık, örneğin, bu yazıyı okuduktan sonra bir Polanski filmine giderek bir tecavüzcüye para kazandırmayı etik bulmamalıdır.
Peki çok daha muğlak durumlar yok mudur? Sırf sanatçı hayatının bir döneminde sanatseveri hayalkırıklığına uğrattığı için sanatsever sanatçının bir zamanlar onu kendisine bağlayan eserleri ile olan ömürlük bağını koparıp atmalı, anılarını yok mu saymalıdır? Dublin’in bir köşesinde, yarı dağınık odasında Asleep(The Smiths) dinleyerek uyumaya çabalayan on yedi yaşındaki genç kırk beş yaşına geldiğinde ve haberlerde Morrissey’in ihanetini okuduğunda elbet ondan nefret eder. Morrissey artık bir Polanski’dir. Ancak, gençliğin anısı bu ihanetle ne kadar lekelenmiş olursa olsun, o anı hala yarı dağınık odada gençle birliktedir ve o gencin anılarına dilediği gibi dokunma hakkını sanmıyorum ki kimse inkar edebilir.
Kullanılan kaynaklar:
https://lasvegasweekly.com/ae/music/2021/aug/26/should-morrissey-fans-allow-rhetoric-affect-music/
https://www.buzzfeednews.com/article/salvadorhernandez/adele-haenel-cesar-awards-roman-polanski
Anonim
Etik olmayan durum suç işlemiş bir sanatçıya para kazandırmak mı yoksa daha kapsamlı olarak bu sanatçının eserlerini herhangi bir şekilde tüketmek mi? Eğer sanat eseri, sanatçıyla aramızda bağ kurmamıza sebep olacak kadar kişiselse, Polanski’nin filmini sinemada izlemek yerine hdfilmcehennemi’nden izlersem bu bağ ortadan kalkmıyor, fakat etik olarak daha üstün bir konuma mı geliyorum?