Varoluş, Sartre
Varlık, var olmak, nasıl oluştuğu us kavramı sebebiyle biraz mistik. Öz, ilahi güç, kişi olarak veya bir norm olarak. Tartışma konusu ise bu kavramlardan hangisinin daha önce olduğu. Muhakkak ki öz şu anki varlıklarımızı oluşturdu ama varlıklardan meydana gelenlerin özle de bir bağlantısı yoktu bu durumda kimi insanı varlığın öze ulaşıp ulaşamayacağını merak etti. Sonunda egzistansiyalizm adlı akım Jean-Paul Sartre vasıtasıyla hayat buldu. İçinde bulunduğu sosyal durumu, önemli esnalarda verdiği kararları amaçları doğrultusunda -ki bu amaç özü bulmak- değerlendirdi ve ona göre davrandı.
Egzistansiyalizm, varoluşçuluk, insanın neden var olduğunu bilmeden girdiği bir mücadelenin mutlak çözümü. Varoluşçuların gayeleri basittir, varlıklar kendi özü kendi davranış biçimlerinden yaratır. Birey, içinde bulunduğu toplumda öğrenerek, tecrübe ederek, gözlemleyerek gelişir ve benliğini oluşturan sadece ve sadece kendisidir. Diğer bir deyişle, birey kendisini oluşturan bir projenin ürünüdür ve varlığının sebebi kendisini geliştirmektir bu sebepledir ki insan kendi seçimlerinin bir sonucudur. Diğer yandan, bu durum bireye varlığını açıklayabilmesi için sorumluluklar yükler. Varoluşçular bu sorumlulukları öze ulaşma ve açıklama bakımından önemli bulduğu için, sorumluluklar bireylerin mücadelelerinde rehber niteliği taşıdığı düşünülür. Aslında baktığımızda sorumluluklarımızın hayatımıza direkt etki yaptığını söyleyebilir çünkü sorumluluklar bireye çevre üzerinden yüklenir ve çevreyi anlamak, daha da önemlisi bireyin kendisini anlamak için sorumluluklarının farkında olması gerekir. Varoluşçuların sorumluluk kavramını bu şekilde değerlendirip, ona göre hayatlarını kurarlar.
Sartre varoluşçuluğun felsefe dalı altında bir öğreti olduğunu söylese de fikir olarak varoluşçuluk, birçok insanın düşünsel hayatını belirlemiştir. Edebiyatla uğraşan sanatçılarda, sokaktan çevirdiğimiz bir insanda da aynı varoluşsal sancılar gözlemlenebilir bu da varoluşçuluğun felsefe dalı altında gelişerek sosyal hayatta bireylerin seçimlerine önayak olduğu söylenebilir. Rus edebiyatının yeraltı yazarlarından Dostoyevski, Fransız edebiyatın Camus ve Türk edebiyatından Oğuz Atay bu sanatçılar varoluşçuluğu hayatlarının merkezlerine koymuş ve felsefeden doğan bu öğretiyi sosyal hayata bıraktıkları eserlerle veya direkt kendi hayatlarıyla daha genel bir perspektifte incelenmesinde yardımcı olmuşlardır. Felsefe kaynaklı bir öğreti olduğundan, diğer fikir akımları tarafından bazı eleştirilere konu olan egzistansiyalizm, bireyde terk edilmişlik hissi, mutsuzluk ve umutsuzluk gibi olumsuz etkiler meydana çıkardığı söylenmiştir. Sartre bu eleştirileri açıklarken insanın kendi kaderini yazdığını düşünür ve mutsuzluk ve umutsuzluk gibi kavramların sosyal durumlara göre değişkenlik gösterdiğini, örneğin, bireyin zaman içerisinde karşılaştığı birbirinden farklı sosyal durumların insanın mutluluğunu belirlediğini savunur. Bu görüşün temelinde yine insanın sosyal hayata karşı kendi içinde yarattığı bu öz sayesinde bu yorumları yapabilmesi yatar.
Varoluşçuluğun bir felsefe öğretisi olarak başlayan ve daha sonra gündelik hayatlarımıza kadar giren bu yolculuğunda önemli sanatçılar katkıda bulunmuştur. Rus edebiyatından Dostoyevski, Fransız edebiyatından Camus ve belki de Türk edebiyatından Oğuz Atay, bu sanatçılar bıraktıkları eserlerle veya direkt kendi yaşamlarıyla varoluşçuluğun genel bir olguya ulaşması için çabalamıştır.
‘ Bizler Tanrı’nın terkedilmiş çocuklarıyız bu yüzden kendi yolumuzu kendimiz bulmalıyız.’