Tapduk Emre’nin dergahında güneşin en yukarıda olduğu vakit bir çember kurulmuştu. Medreseden çıkıp gelen onlarca talebe belki de halk edebiyatının büyük ustası Miskin Yunus ile aynı çatı altında bir yer sofrasında bulunacaklarından habersizdi. Yunus, medresede başarısız olsa da Tanrı mektebinde belki de ömür boyu devam edecek bir eğitimin ilk adımlarını atıyordu. Elindeki diviti hokkaya usulca götürdü ve Mevlana’nın bahsettiği gönül gözünü açmak için şu satırları sıraladı: 

“Göz kendisini göremediği gibi, zat da nişanından nişan göstermez.

Gözün nişanı görmek; zatın nişanı da sıfatlardır:

Bu göz kendözin görmez nişânun nişân virmez. 

Yûnus’un aklı irmez inen oldı dîvâne.”


Yunus Emre’nin bahsettiği kendini görmeyen gözü bugün İran edebiyatının en büyük ustalarından biri olan SadıkHidayet’in gölgesinde görmek mümkün. Arada kalmışlığın karmaşıklığı ile 48 yaşına kadar bir baykuşu bekleyen ve daha sonra hayatına bir gaz musluğunun ucunda son veren bir edebiyatçının eseri: Kör Baykuş. Şimdi, Sadık Hidayet’in ölmeyi seçtiği odacıkta bir yolculuğa çıkıp kendi kapısına konan baykuşu siz değerli okuyuculara göstermeye çalışacağım.  

Sadık Hidayet’in zengin bir ailenin eğitimli bir çocuğu olarak hayata adım atarken karşısına çıkacak engellerden haberi var mıydı bilinmez. Kalabalıklarda var olmak yerine yalnızlığı yeğleyen hayat tarzı ile dönemine ait geleneksel değer yargılarından kaçtı ve yolculuğu boyunca kültüründen gelen sıradan fikirleri sorguladı. Her ne kadar bu serüvende “Doğu’nun Kafkası” olarak anılmış olsa da Doğu ve Batı kültürleri arasında sıkışıp kalan bir karakter olarakedebiyat tarihine adını yazdırdı. Kör Baykuş’u 1937 yılında Hindistan’da (Bombay) yayımladı ve kara mizahın en güzel örneklerini var edebilmek için kitaplarının üzerinde kendi ülkesinde yasaklı olduğu ibaresine yer verdi. Bugün İran topraklarında hâlâ yasaklı bir yazar olarak tanınıyor. 

Kör Baykuş’da semboller ile kendi iç dünyasını bize göstermek için çabalayan yazar, tasavvuf felsefesinde yer alaninsan gözünün herkesi görmesi fakat en tabii olarak kişinin kendisini görememesi fikrinden etkileniyor. Keza herkesi görebilen göz her zaman Tanrıyı temsil eder fakat kendini göremeyen insan, hayatı boyunca  varoluşsal sancılar içinde acı çekmeye mahkumdur. Zira  kitabın bu sancılar içinde yanan karakteri kitap boyunca belirsizlik ve karamsarlıkla boğuşur şekilde anlatılmıştır. 

“Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığımı artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilmezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum.” (s. 36-37)


Baykuş kavramı kitabın sonuna doğru daha anlaşılır kılınsa da akla ilk uğursuzluk getirdiği inancı gelecektir. Keza eski Roma’da baykuşun ötüşü her zaman ölüm ile ilişkilendirilmiştir. Aynı zamanda eski Mısır ve Hindistan medeniyetlerinde de baykuş ölümün habercisidir. Şüphesiz ki Sadık Hidayet bu baykuşun gelişini beklemek istememiş ve ayağına çağırmak için başarısız ilk intihar girişimini gerçekleştirmiş.

“Duvardaki gölgem tıpkı bir baykuş gölgesiydi ve iki büklüm eğilmiş, yazdıklarımı dikkatle okuyordu. 

Anlıyordu besbelli; bir o anlayabilirdi. Göz ucuyla gölgeme baktıkça korkuyordum.” (s.82)


Gözle kendini göremeyen insan, gölgesini her zaman kendisi sanırdı. Sadık Hidayet de kitap boyunca bu gölgeye sesleniyor. Ölüm sevdası içinde bunalan yazarımız kendi karamsarlığında boğulurken bir ;ran minyatürü içinde tekrarlanan sahneleri tasvir ediyor. Bu tekrar, okuyucu için bunaltıcı olsa da aslında kitaptaki karakterin nasıl hissetiğine dair ipuçlarını okuyucuya veriyor. Unutulmamalı ki tekrar, hayatı sıkıcı ve dayanılmaz kılar ve değişim, her zaman yeni deneyimlerin habercisidir. Bu değişimi Kör Baykuş’un gizinde bulmak mümkün değil. Dayanılmaz olaylar içinde sıkışan karakterimiz ölüme duyduğu aşkı ifade ediyor adeta. 

“Döndüm kendime baktım; Üstüm başım yırtılmıştı, tepeden tırnağa kana belenmiştim, çevremde iki mayısböceği dolanıyordu, ve küçük beyaz kurtçuklar, kıvıl kıvıldı tenimde-ve bir ölünün ağırlığı, eziyordu göğsümü…” (s.85)

Bir kaldırımda yavaşça yürüken kasap vitrininde gördüğümüz asılı kırmızı etler karşımıza çıkıyor. Şüphesiz hiçbirimiz, kenarda duran tabureyi önümüze çekip derin düşüncelere dalmayı düşünmüyoruz. Fakat vitrindeki asılı olan etlerin kırmızılığını sorgulayan Hidayet, ölümü hatırlıyor. Zaten büyük bir sevda

duyduğu ölüme tezat düşmek de en çok ona yakışırdı.O, vejetaryan olmaya seçerek insanlığa kendi ikilemini bir daha yaşatmayı tercih etti. Keza kitapta yer alan kasap, et ve kan gösterileri sonunda, Vejeteryanlığın Yararları adlı kitabında okuyucusuna şu sözlerle seslenmiş: 

“Yüreğimizden gelen doğal, yapmacıksız duyguları zorla bastırmadığımız sürece insanın içinde diğer

canlıları öldürme ve canını yakmaktan nefret etme duygusunun var olacağı açıktır. Ve yine hiç kuşku yok ki,

insanlar yedikleri hayvanları bizzat kesmek zorunda kalsalardı, çoğu et yemekten vazgeçerdi.”


Basit bir roman yazmak yerine Sadık Hidayet her cümlesine kendinden bir parça koymuş. Bugün kendine bakmak yerine başkalarını küçük gören insanlık, bir gün gölgesinde bulduğu ölümün vazgeçilmez rahatlamasını bir daha hatırlayabilir. Batının Kafkasını Doğunun Yunus Emre’si ile buluşturan, farklı kültürleri ve kavramları sentezleyerek bize kendine has yazım tekniğini gösteren, varoluşsal sancılar içinde yanıp tutuşurken kendini görmeyen ve kör olan insanlığa kapılarına konacak baykuşu bir daha hatırlatan Hidayet, bugün Sokrates’in deyimi ile sorgulanmamış bir hayatın yaşamaya değmeyeceğini bize tekrardan hatırlattı. Kitap boyunca kendini gösteren yazarımız son nefesini verirken arkasında bıraktığı örümcek hikayesini acaba düşünmüş müdür?

“Ölümünden az önce bir hikâye taslağı kaleme almıştı, şuydu konu: Annesi “Salgı salamaz o” diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider.” (s.95)

Bu örümcek sadece Hidayet’i anlatıyor olamaz çünkü bu hikaye aslında hepimizin hikayesi. İnsanlığa her duyguyu yaşatan küçük hayatlarımız, bizlere çoğu gerçeği göstermiyor ve düşüşe geçen bedenlerimiz ölümle burun buruna süzülmeye devam ediyor. Şimdilik hoşça kalın

KAYNAKÇA

.

Leave a Reply