2019 yapımı Little Women hem oyuncuları hem de çoğu filmde ve romanda görmeye pek alışık olmadığımız gerçeklikleri göz önüne sermesiyle sevdiğim filmler arasında çoktan yerini almıştı. Ben de filmin atmosferine çok yakışan bir kış yaşanırken Little Women’ı geçenlerde tekrar izledim ve ilk izlenimlerimle şu anki izlenimlerim arasında kimi farklar oluşmuşsa da bir kez daha karakterlere hayran oldum.
Little Women, Jo March (Saoirse Ronan) ve üç kız kardeşinin hayatlarına odaklanıyor. Birbirinden farklı 4 kadını ve onların hayata, aşka ve hayallerine bakış açılarını izliyoruz. Jo March’ı kendi ayakları üzerinde durabilen, çalışkan, yetenekli bir yazar olarak görüyoruz. Meg March (Emma Watson) ise daha anaç, sevimli ve fedakâr bir abla figürü olarak karşımıza çıkıyor. Daha sonra ailenin 3. kızı Amy March (Florence Pugh)‘ı tanıyoruz ve şimdi karşımızda daha tutkulu, ayakları yere basan bir sanatçı duruyor. Son olarak ise ailenin en küçük kızı Beth March (Eliza Scanlen) ile birlikte daha hassas, narin bir piyanistle tanışıyoruz.
İzlemiş olanlar için filmi tekrar anlatmayacağım ancak filmde beni etkilemiş olan bir sahneyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Filmde Jo March en yakın arkadaşı Laurie (Timothée Chalamet)‘ den evlilik teklifi alır ama kendisini birinin eşi olarak düşünemediğini, ileride bundan pişman olacaklarını söyleyerek reddeder ve apar topar bir başka şehre kaçarcasına gider. Ne var ki kız kardeşinin hastalığı dolayısıyla aylar sonra evine bir yazar olarak hayal kırıklıkları ve başarısızlıklarıyla geri döner. Uzun bir süredir hasta olan kız kardeşinin ölümüyle birlikte Jo March’ı ilk kez tam anlamıyla yıkılmış ve neredeyse çaresiz bir biçimde görürüz. Burada Jo’nun annesiyle olan konuşması ve hisleri beni düşünmeye sevk etti ve çok etkilendiğim bir sahne olarak hafızama işledi. Kız kardeşinin ölümünden, diğer kardeşlerinin uzaklıklarından, en yakın arkadaşını artık kaybetmiş olmasından ve bir yazar olarak takdir edilmemiş, istediğince başarılı olamamış oluşundan ötürü kendini yalnız ve bunalmış hisseden Jo, tüm bunlara isyan eder gibi tüm hayatı boyunca kendi ayakları üstünde durmuş ve hayalleri peşinde koşmuş olsa da şimdi dönüp baktığında ne kadar yalnız olduğunu gördüğünü, Laurie’yi çok mu aceleyle reddettiğini merak ettiğini ve şimdi Laurie tekrar sorsa cevabının çok farklı olabileceğini söylüyor. Annesiyse Laurie’ye aşık olup olmadığını soruyor. Jo’dan gelen cevapsa belki de çoğumuzun içinde debelendiği bir karmaşayı ifade ediyor, artık sevilmek istediğini söylüyor.
Sanıyorum ki sevmeyi ve sevilmeyi çoğu zaman birbirine karıştırabiliyoruz. İkisi de çok özel duygular olsa da ikisini aynı anda aynı kişiyle hissedebildiğimizde ancak o zaman tam anlamıyla bize iyi geliyorlar. Jo’nun yaşadığı gibi en zor zamanlarda yolumuzu kaybettiğimizde ve artık durup birinin bizim için bizimle birlikte yola devam etmesine ihtiyaç duyduğumuzda ilk aradığımız ve sığındığımız his sevilmek oluyor. Her ne kadar kendi kendimize yetebilsek ve hayallerimizin peşinde koşabilsek de bir an oluyor ki yanımızda bir başkasını daha görmeye, desteklendiğimizi bilmeye, inanılıp sevildiğimizi hissetmeye ihtiyaç duyuyoruz.
İşte tam burada annesi kızına anlayışlı ve hüzünlü gözlerle bakıp sevilmenin sevmekle aynı şey olmadığını söylüyor. Her ne kadar karanlık zamanlarda yanımızda bizi seven insanları görmek bizi güçlendirse de en mutlu olduğumuz anlarda sevincimizi de sevdiğimiz insanla paylaşmak ve hatta sevdiğimiz diğer her şeyi de onunla paylaşmak isteriz. Gördüklerimizi göstermek, işittiklerimizi söylemek ve hissettiklerimizi hissetmesini isteriz. Hal böyle olunca da ilişkilerimizde ne kadar seviyoruz veya ne kadar seviliyoruz, hangisini önceliyoruz bizim için karmaşık ve iç içe geçmiş bir durum halini alıyor. Sevmek mi istiyoruz sevilmek mi? Yoksa ikisini birden mi arıyoruz?
Filmin sonunda sevmek mi yoksa sevilmek mi ağır basıyor, ya da yaşam bir şekilde bizi istediği yola mu koyuyor merak ederseniz Little Women’ı izlemenizi öneririm 😊
Kaynakça:
Gerwig, Greta. Little Women. 2019. Columbia Pictures, SF Studios, Sony Pictures Releasing. Film