Joe Penhall’ın Blue/Orange adlı oyunu, okuyucuyu, yakında rehabilitasyondan çıkacak olan Christopher adlı zihinsel sorunlu bir yan karakter etrafında iki psikiyatrist arasındaki çekişmeli bir güç dinamiğine götürüyor. Pratisyenlerin karşıt fikirlerini tanıtan oyun, hastanın geçmiş yaşamı ve ruhsal durumu hakkında da bilgilendirici kesitler sunmaktadır. Ancak seyirciye oyun boyunca – ne Christopher’ın kişisel geçmişi ne de akıl hastalığı için en doğru teşhisin ne olabileceği hakkında – hiçbir zaman kesin ve kapsamlı bilgi verilmez. Kurgusu bu tür belirsizlikler üzerine inşa edilen Blue/Orange, kurumsal düzeydeki hiyerarşik çatışmaları canlı bir şekilde resmederken birçok olasılıkla dolu bir bağlamda gerçeğin ne kadar amorf olabileceğini de gözler önüne serer. Her karakterin neyi savunduğuna dair mantıklı açıklamalarını dinlememize rağmen, seyircinin daha fazla yorum yapabilmesine yol açan açık bir kapı bırakır. Yapıtı son derece göreceli kılan da zaten budur: Belirsizlikten güç alan oyun, fikirleri sembolik roller aracılığıyla sunmakta ve mutlaklığın temellerini yıkmak için bu belirsizliği kullanarak sübjektif fikirlerin her zaman bir zemine oturtulmadan havada savrulmasına yol açmaktadır.
Penhall’ın oyunu, bir psikiyatrist kliniği gibi daha basit, gündelik bir ortamda analojik olarak verilen gizli sosyal referanslar – örneğin kurumsal ırkçılık- içermektedir ve bu nedenle Blue/Orange’ın rölativist doğasını anlamadan önce karakterleri ve eserdeki rollerini analiz etmek daha mantıklı olacaktır. Blue/Orange, bu bakımdan biraz da semboliktir. Günümüz toplumunda despotik ve baskıcı otoritelerin hiyerarşik olarak daha alt statülerde yer alan vatandaşlara doktrin ve inançta doğruluk (ortodoksi) dayattığını gözlemleyebiliriz. Buna karşılık, toplumda “gerçek” olarak dayatılanları kabul etmemek için seslerini yükselten insanlar olabilir; özellikle distopik hikayelerde, bir grup sorgulayıcı karakter, ki bunlar protagonist olarak da sunulabilirler, yani isyancılar veya kahramanlar kurgulanabilir ve bu tür otoritelerin inançlarına meydan okuyabilirler. Daha da toplumsal karşılıklarını düşünürsek, en büyük otorite sık sık gözlemlendiği üzere “bir hükümetin başıdır” ve Bruce’un çabasında olduğu gibi, hükümetin baskıcı bir tutumu varsa, bu tür kahramanlar için dogmatik sistemi “değiştirmek” bir “zorunluluk” olabilir. (Penhall 53) Bu noktada, George Orwell’in 1984’ü ya da Alan Moore’un V for Vendetta’sı gibi distopik temalar üzerine inşa edilmiş edebi eserleri hatırlamak ve oyunda da benzer şekilde otoriter/totaliter rejimlere karşı ayaklanan bir kahramanın kurgulanması bu analojiyi zihinlerimizde sağlamlaştıracaktır. Oyun boyunca seyirciye benzer roller sunulur: Robert “otoritedir” ve Bruce bir otoriteyi sorgulayan rolü üstlenmiştir. (Penhall 52-53) Penhall’ın burada yaptığı şey temelde seyircinin bu inanç/düşünce bağlantılı çatışmaları basit bir rehabilitasyon merkezinin çok ötesinde, toplumsal bir boyutta hayal etmesini sağlamaktır. Aslında, doktorların kişisel fikirlerini savunurken takındıkları tavırlar da, toplumdaki hiyerarşiyle de orantılı olacak şekilde, stereotipik bir distopyadaki politik fikir motiflerini yansıtmaktadır: Otoriter figür, bipolar kişilik bozukluğuna (BPD) dogmatik bir şekilde bağlı kalırken, sorgulayıcı Bruce, şizofreni teşhisiyle bu düşünceye meydan okur. Başka bir deyişle, Robert ile astı Bruce arasında toplumdaki fikirsel hiyerarşik çekişmelere benzer bir dinamizme tanık olunur.
İlginç bir şekilde, bu karakterlerden hiçbiri Christopher’ın hayatı hakkındaki gerçeği bilmemektedir, ki bu bir doktorun hastası hakkında bilmesi gereken hayati öneme sahip bir noktadır. Hastanın zihinsel problemine doğru bir teşhis koyabilmek bir kenara, onun ruhsal sağlığı hakkında isabetli bir yorum yapabilmek de aslında neredeyse imkansızdır çünkü ortada bariz bir belirsizlik, elzem derecede büyük bir bilgi eksikliği vardır. Ellerinde sağlam bir referans olmadan, iki doktor bir teşhis koymak için kendi fikirlerine başvururken rölativizm tam da bu noktada ortaya çıkmaya başlar. Tipik “isyancı-otorite” hikayelerinde, karşı taraflardan biri birçok kez olay örgüsü boyunca diğerine üstün gelir. Her ikisinin de kendi çaplarında haklı davaları ve sosyopolitik kaygıları vardır, ancak sonunda galip gelenin savunduğu hakikat algısı, diğerlerine baskın çıkar. Realite, artık bu fikir üzerine kurulmaya yüz tutmuştur. Otoritenin dayattığı bir algının zaferinden bahsediliyorsa, sözgelimi, ülke bu hakikat algısı etrafında şekillenen bir “düzene” ayak uydurur. İsyancıların başarısıyla ise toplum adeta bir devrime uyanır. Ancak Penhall, bu tarz sık görülen senaryolardan uzak durmaktadır, onun yapmaya çalıştığı bambaşka bir şeydir: Yazar, bu iki role (isyancı-otorite) de hizmet etmeyen ve “belirsizliği, bilgi eksikliğini, aslolan hakikatten uzak düşmeyi” itici güç olarak kullanan bir olay örgüsü yazarak benzersiz bir tarz benimser. Şayet, hikayedeki asıl problem görünürde Christopher’ın durumu olsa bile, yazar tarafından hikayeye hastanon detaylı bir özgeçmişinin dahil edilmemesi, durumu kısır bir hale sokar. Doktorlar ancak ve ancak spekülasyonlar üzerinden ilerleyebilirler, çünkü “aslolan hakikat” oyunda kimse tarafından bilinmez, tabi Christopher dışında. Fakat hasta, güvenilir bir bilgi kaynağı değildir, çünkü ruhsal bir hastadır, veya en azından oyun onu bu şekilde tanıtır. Teşhisler bu sebepten ötürü de üçüncül bir kaynak tarafından doğrulanamaz. Zaten psikiyatrlar da Christopher’ı bu bakımdan pek kaale almaz; tartışma sadece doktorlar arasında döner, ancak kimse (seyirci dahil) hastanın hikayesini, annesinin “gazeteci mi yoksa Devlet Sarayında aşçı mı” (Penhall 47) olduğunu ya da gerçekten İdi Amin ile akraba olup olmadığını tam olarak bilmemektedir. Öyleyse, Christopher her şeyi uydurmuş mudur, yoksa ruhsal hastalığının verdiği paranoyalar, onun realitesi haline gelmiş ve, o kendi çapında doğruyu da söylese, aslında dedikleri mevcut değil midir? Christopher gerçekten hasta mıdır? Belki ufak bir özgeçmiş bilgisi, tüm bu bulanıklığı giderecek ve problemi çözecektir. Görüldüğü gibi, ne var ki, yazar bunu herkesten esirger. Ayrıca Christopher, oyunun onu sunduğu gibi ele alırsak, şizofreninin son aşamasındadır ve sallantılı bir akıl sağlığına sahiptir: “paranoyalarla boğuşması da”, ki bu doktorların düşüncesidir, onun bazı “derin sohbetlerle” manipüle edilmeye açık olduğunu hissettirir (Penhall 72-81). Dahası, seyirci Christopher’ın rehabilitasyondan ayrıldıktan sonra Bruce aleyhine harekete geçtiğini de öğrenir. (Penhall 67-68) Christopher’ın paranoid sanrıları onun için gerçeği çarpıtabilir ve gerçekliğini sahte senaryolarla lekeleyebilir; hastanın kendi ağzıyla anlattığı üzere doktorlara bir defa yalan söylemiş olmasını da akılda tutmak önemlidir. İşte bu açıdan seyirci, onun hesap verebilirliğine güvenemez. Durum bizi başka konularda da yalan söylemiş olabileceğini düşünmeye iterken bu da vakayı daha da bulanıklaştırır. Başka herhangi bir doktor, hatta herhangi bir seyirci bile Christopher’ın hastalığı/durumu için başka bir teori üretebilir – belki de onun ne şizofrenisi ne de BPD’si vardır. Vaka muğlak olduğu için yorumlanmaya çok açıktır. Dahası, doktorlara döndüğümüzde ve yukarıda bahsettiğimiz sembolik rollerini hatırladığımızda, “hakikat”, aralarında daha da amorf bir hal alır: Otorite, yani Robert, dogmatiktir; bakış açısı ve doktora tezi için “siyah psikoz” teorisi de dahil olmak üzere toplumun talepleri ve hiyerarşik/ırksal önyargılarla fikirlerini şekillendirir gibi görünmektedir (Penhall 47-48). Örneğin, Chris’e “sömürgeci atalar” (Penhall 77) hakkında yaptığı açıklamalarla Beyaz ve “Siyah topluluk” (Penhall 58) arasında katı sınırlar belirleme çabası, azınlıkları hiyerarşik olarak daha aşağı bir şekilde ötekileştirmenin bir başka göstergesidir. Ayrıca, tıpkı okul müdürlerinin bakanlığa bağlı müfettişler tarafından denetlenmesinde olduğu gibi, Robert’ın “sistem ne dayatırsa onu takip etmesi” de otoritelerin kendilerinden daha üst otoritelere bağlı olduğunu hatırlatılır. (Penhall 53). Bu durum Bruce ile olan diyaloglarından da anlaşılabilir; ona göre Bruce, “yetkililer” ne derse ona uyması gerektiğini anlamayacak kadar “saftır” ve ısrar ederse insanlar onun “deli” olduğunu düşünerek onu takip etmeyi reddedecektir. (Penhall 53) Robert, “sistemin kusurlu olduğunu” kabul etmesine rağmen, bir klinikten daha geniş bir etki alanına sahip olan toplumdaki kurumsal ırkçılığa açıkça boyun eğmektedir. (Penhall 76) Sisteme karşı bu itaati ve Christopher’ın durumundan elde edebileceği mesleki avantajlara duyduğu hırsı nedeniyle (Penhall 48) Robert, kendi için kârlı olan “hakikati” içselleştirir. Şizofreniye “paranoya ile seyreden BDP‘den “alkolizm ile ortaya çıkan BDP ”ye kadar alternatif isimler bulur ve Bruce’un teşhisini yukarıda bahsedilen toplumsal kaygılarla elinin tersiyle iter. Yani, “basının daha çok ilgisini çeken” ve insanları daha memnun eden her şeyi Robert hakikat olarak kabul etmektedir. Buna karşılık Bruce, sistematik doğrulara daha az bağlıdır ve alışılmışın dışında, kişisel inançları etrafında dolaştığı görülür. Şefkatli ve anlayışlı biri olarak Christopher’ın kendi iyiliği için rehabilitasyonda kalmasını ister. (Penhall 26) Bruce, “şizofreni” de dahil olmak üzere bazı kelimelerin insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinin farkındadır (Penhall 12) ancak yine de otoriteye karşı çıkar ve kendi tezini savunur; ahlaki duyguları ve mesleki yetenekleri tarafından, eğer bir şeyi yapmak doğruysa, onu yapmaya yönlendirilir. Bu noktada, doktorun çatışması, zıt renkler olan mavi ve turuncunun da işaret ettiği gibi, oyunun temel parçası haline gelir. (Schatz 14:07) Her şey bir yana, doktorların ikisi de günün sonunda bir agamografa bakarlar aslında; bakış açılarını kendileri seçerler ve tamamen farklı görüntüler görürler, oysa ikisinden farklı bir açıdan agamofrafa bakmakta olan herhangi bir kişi de bambaşka bir resim görecektir. Kimse hangi bakış açısının, agamografa bakmak için doğru perspektif olduğunu bilemez. Tipik bir “otoriteye karşı isyan” hikayesinden farklı bir kurgu oluşturarak yazar, iki tarafı da haklı çıkarmaz, zaferle taçlandırmaz ve “ne kadar çirkin olursa olsun madalyonun her yüzüne de bakmayı tercih eder.” (Schatz 16:31) Bunun nedeni rölativizmin sadece bir değil, birden fazla gerçeği bizlere sunmasıdır, özellikle de bilgi eksikliği içinde herkes kendi hakikatini üretebilecek güçte olduğunda.
Sonuç olarak Blue/Orange, toplumda aşina olduğumuz senaryolardan bağlantı kurmak adına analojilerle süslenmiş bir oyundur. Doktorların hakikat algıları kişisel görüşlerinden ve toplumsal kaygılardan büyük ölçüde etkilenirken hastanın zihnindeki realiteye bağlı kalmak da tam olarak güvenilir değildir. Buna paralel olarak belirsizlikler de kilit bir rol oynamaktadır, öyle ki karakterlerin hiçbirini tam olarak haklı çıkarmayacak kısır bir olay söz konusudur. Penhall böylece rölativizmi oyunun merkezine yerleştirir ve seyirciye bütün karakterlerin bakış açılarını, kendi “hakikatlerini” sunar.
(Bu yazı, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde 2023-2024 Güz Dönemi verilen ELIT 139 kodlu dersin “takehome essay” formatındaki vize sınavı için yazılmış ve sonrasında Türkçeye çevrilmiştir.)