Günaydın Sevgili Dostlar,
Havalar hayli garip bir hâl aldı. Kış melankolisiyle birlikte 90’lar vibe’ımız müthiş bir doza ulaştı. Tarkan’ımızın da dediği gibi:
“Yanlış bahar
Kış güneşi
Yoruldum her bulduğumda
Kaybetmekten seni
Kıyamete kadar
Kapattım kalbimi”.
Böylesine keyifli gibi görünen ama keder sofrasına buyur eden bir mevsimi ufaktan şenlendirelim istedim.
Bu sebeple biraz da sanat diyerek bugünkü konumuza doğru paraşüt açalım. Haydi buyurun (Aşırı kavrulmuş berbo ikinci dalga coffee shop filtre kahvelerinizi de yanınıza almayı unutmayın), (şansınız varsa da üçüncü dalgaya yollanın rica ediyorum).
Eveeet, sanat sanat dedik acaba hangi can sıkıcı dalgadan bahsedeceğiz? Sakin kalın lütfen, gidip de Raffaello’nun Atina Okulu’nun okumasını yapmayacağız. Evet, o da güzel hikaye ama 1500’lü yılların fresklerine de ben bakmayım.
Yenilikçi sanat diyelim, sanat başkaldırır diyelim, sansasyon diyelim ve İsviçre çakısı bir sanatçıdan ve pek de bilinmeyen ya da “tercih edilmeyen” bir sanat dalından bahsedelim: Tracey Kerime Emin ve Enstalasyon Sanatı.
Tracey Hanım, 1963’te Londra’da doğmuş Roman asıllı ve Kıbrıs Türkü kökenli Britanyalı bir sanatçı. Kendisi kavramsal sanat ve enstalasyonla ilgilenen bir ressam. Aldığı eğitimlere bakıldığında da inanılmaz çok yönlü bir sanatçı olduğu kolaylıkla gözlemlenebiliyor. Medway College of Design’da moda, Maidstone Art College’da özgün baskı, Royal College of Art’da resim ve Birkbeck’te de felsefe eğitimi alıyor. Boşuna İsviçre çakısı demiyoruz yani.
Medway College of Design’da aldığı eğitim sanatı üzerinde de ciddi bir etki yaratıyor. Bu etkinin en büyük sebebi de orada eğitim alırken tanıştığı Billy Childish. Bilmeyenler için Childish de “isviçre çakısı” sanatçılardan birisidir. Kendisi ressam, yazar, şair, fotoğrafçı, film yapımcısı, şarkıcı, ha bir de üstüne gitarist. Tabii ki araştırılması, en azından şöyle bir göz süzülmesi, gereken bir herif ancak bizim şu an bu beyefendiye değinme sebebimiz Tracey Emin’imiz üzerindeki inanılmaz etkisi. Childish resim bölümünde okuduğu Saint Martin’s School of Art’tan atıldıktan sonra tanışıyor Tracey ile ve 1982 ile 87 arasında ilişkileri devam ediyor. Bu etkiden Emin verdiği bir röportaj sırasında da dile getiriyor. Öyle ki 1995’te Minky Manky’de Carl Freedman tarafından yapılan bu röportajda hangi insanın kendisi üzerinde en çok etkiye sahip olduğu sorusuna şu şekil bir cevap veriyor: “Bu gerçekten bir insan değil. Daha çok, Maidstone College of Art’a gitmek, Billy Childish ile takılmak, Medway Nehri kıyısında yaşamak gibi bir zamandı”. Bu açıklamayla birlikte onu meşhur eden “Everyone I Have Ever Slept With 1963-1995“ adlı çalışmasında da “Billy Childish” ismi kabak gibi ortada.
Bu hanımefendi ilk kişisel sergisini ise 1993 yılında Londra merkezde bulunan ve Emin’in sanatını “dışavurumcu ve içgüdüsel” olarak tanımlayan The White Cube Gallery’de açıyor. Burada açtığı sergi eleştirmenlerce “tipik bir otobiyografik sergi” olarak nitelendiriliyor. Kulağa bir tık denyo bir ifade biçimi gibi gelse de Tracey Emin’in eserlerini kendi yaşantısından parçalarla donattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada Tracey Emin’in genelde büyük bir cesaretle söz edip asla korkup bir köşeye saklanmadığı, aksine gün ışığına ite ite savaştığı travmaları devreye giriyor. Aslında yıkıcı bir deneyimle tanışması yetişkinliğini beklemiyor. Henüz 13 yaşında İngiltere’de bir sahil kasabası olan Margate’de yaşarken tecavüze uğruyor ve bölgedeki, kendisinin de uğradığı, bu saldırıları birçok kızın başına gelen şey olarak nitelendiriyor. Fakat sanatını şekillendiren “travmalar”bununla sınırlı kalmıyor. 1989’da resim alanında Royal College of Art’tan yüksek lisans derecesini alıp mezun olduktan sonra iki travmatik kürtaj geçiriyor. Bu deneyimler, yüksek lisans okulunda ürettiği tüm sanat eserlerini yok etmesine neden oluyor ve daha sonrasında o dönemi “duygusal intihar” olarak nitelendiriyor. Dolayısıyla ilk çalışmaları da eleştirmenlerce erken ergenlik çağında maruz kalmış olduğu bu istismar, cinsel saldırı bağlamında analiz ediliyor.
O dönemden kalan tahrip edilmemiş eserleri
Birkaç eserine bu yazdıklarım ışığında bakacak olursak bahsettiğim etkileri daha iyi anlayabiliriz.
Tracey Emin’in, 1997 yılında Charles Saatchi tarafından satın alınıp Royal Academy of London’da düzenlenen Sensation isimli sergide yer verilen “Everyone I Have Ever Slept With 1963-1995“ adlı eseri camiadaki tanınırlığı açısından oldukça önemli. Bu eser, adı üstünde, sanatçının bir yatağı paylaştığı herkesin adının yazılı olduğu bir kamp çadırı.
Eserde Billy Childish gibi birlikte olduğu erkek arkadaşlarının isimlerinin yanı sıra ailesinin ve kürtajla aldırmış olduğu iki fetüsün de isimleri yer alıyor. Çadırla göçebelik arasında bir bağlantı kurmaya çalıştığı söylenebilir. Tracey, gerçek yaşantısından ilham aldığını bu küçük metaforlarla bize göz kırpmak suretiyle gösteriyor. Öyle ki bundan yaklaşık bir yıl önce Selin Tamtekin ile telefondan yaptığı söyleşide telefonu heyecan içerisinde şu sözlerle açıyor: “İstanbul’dan mı arıyorsun?”
Ancak söyleşinin devamında babasını kaybetmesinin ardından hem Türkiye hem de Kıbrıs’a karşı duyduğu bağlılık hissinin usulca un ufak olduğunu da gençken daha Türk hissettiğini söyleyerek göstermiş oluyor.
Kısacası herkes göçer ve geriye isimleri kalır. Bizse çadırımızı, evimizi, sırtlayıp oradan oraya sürükleniriz.
1999 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Lehmann Maupin Gallery’de Every Part of Me’s Bleeding başlıklı ilk kişisel sergisini açtı ve “My Bed” isimli eseri ile Turner Ödülü’ne aday gösterildi. Bu eser Emin’in geçirdiği matkap gibi bir depresyon dönemindeki dağınık yatağı. Oldukça iddialı bir enstalasyon olan bu eserde içki içerek, uyuyarak, sigara tüttürerek, cinsel ilişkiye girerek geçirdiği bu çöküş döneminin izleri bulunuyor. Yani, bol bol sigara izmariti, boş içki şişeleri, kullanılmış prezervatifler ve kanlı iç çamaşırları yatağın her yanında yerini aldı.
Ne kadar da gerçekçi ve doğal gözüküyor değil mi? Sanatla yaşam arasındaki çizgi hayaletimsileşir. Sanatçı, eserini yaratırken gerçeklikten kopmaz ve günlük hayatta kullandığı tüm hazır nesneleri eserine de ekler. Sanat bu kadar yakındır insana. Boktan bir günün ardından ertesi sabaha uyandığın yatak gibi. Ya da kendine hazırladığın sandviçin ardından mutfak tezgahının aldığı hâl gibi. Pekala, sonuncusu tartışmaya epey açık. Fakat burada anlatmak istediği şeyin özü Duchamp’ın serginin ortasına dikip bu bir sanat dediği “fountain”(pisuvardan) farksız. Sanat her şeydir, en çok da gerçekliğin yeniden inşasıdır. Tracey Emin, “My Bed” isimli eseriyle karanlıkta kalanı, ideal sanılanı yerle bir eder ve hepimizi tüm travmalarını yaşadığı ve doyumsuz alışkanlıklarıyla yüzleştiği gizli mabedine buyur eder.
Emin, sanatını yaparken soyut olan ve sanatçının kendi kimliğini arka planda tutabileceği renk, sembol veya desen gibi dolaylı araçlardan yararlanmaz. Onun aracı kendi hayatıdır. Zaten bu sebeple sanatına “confessional art” demektedir.
Eserlerini sergileyen White Cube Galeri’nin de sanatçıyı açıklarken yer verdiği üzere “kendini keşfetme yoluyla inceleyerek “kadın” ve “ben”in incelikli yapılarını çözer”. Tracey Emin’in kendi sözleriyle daha basit bir biçimde açıklamak gerekirse:
“The most beautiful thing is honesty, even if it’s really painful to look at”
Hoşça kalın…