Döneminde köle ticaretine son vermiş, devletin gelirleri azalır düşüncesiyle başkalarının Müslüman olmasını engelleyen valilere “Allah, Hz. Peygamber’i vergi tahsildarı olarak göndermedi, peygamber olarak gönderdi” diyerek karşı çıkmış; 2,5 yıllık hilafeti döneminde uyguladığı ekonomik politikalarla çokları zengin olmuş, başka bir ifadeyle ülke genelinde fakir kalmamış ve zenginler neredeyse zekâtlarını verecek fakir bulamaz hale gelmiş Emevi Halifesi Ömer Bin Abdülaziz’e bir gün, “Bütün bu icraatlarında nasıl muvaffak oldun?” diye sormuşlar. Ömer b. Abdülaziz’in verdiği cevap ibretliktir: “Allah ile münasebetlerimizi düzelttik.”

 

Sevgili Müslüman kardeşim,

Derdini dert bellediğim. Hatasını elimle veya dilimle düzeltmeyi borç bilip, kalbimle buğz etmeyi en son seçenek olarak gördüğüm,

Hamdolsun, bu memlekette biraz olsun rahata kavuştuk. Misal, etrafına bak: Artık liseli kızlarımız dahi belki geleceğin Aişeleri, Haticeleri olmalarına vesile olacak şekilde başörtülerini rahatlıkla takabilecek.  Misal: Türkiye, yardım kuruluşlarıyla Gazze’den Arakan’a, Doğu Türkistan’dan Afrika’ya kadar eli uzanan ve yardım götüren bir ülke oldu. Sıkıntılı noktaları olsa da koskoca Avrupa’nın yapamadığını Suriyeli mülteciler için yaptı. Bunda dünyanın en kaliteli okullarında ve kaliteli bölümlerde tahsil yapabilecek bir varlığa sahipken, belki de mazlumları unutmamış olmamız ve Allah’la aramızı düzgün tutmaya çalışmamız bizim bu kadar önümüzü açtı diye düşünüyorum.

Allah’la aramızı düzeltmek dedim, öyleyse şimdi şunu hatırlatmama da müsaade et lütfen.

Son zamanlarda AK Parti iktidarını ve Müslümanların bu ülkede söz sahibi olabilmelerini fırsata çevirmeye çalışan ve bunu “modern devlet” anlayışına kendisini hapsedip, kendisinden olmayana doğrudan saldırma hakkını kendinde gören tipler türedi. “Devlet ebed müddet” lafzını tersinden anlayan ve insan için yaşatılmasının aksine hareket eden bu zevat, bu topraklarda Müslümanların asli unsur olmasını epey yanlış algılayıp, kendilerine tekil bir rol biçme çabasına giriyor.

Halbuki devlet yokken Âdem vardı. Sen, Allah’ı bildiğin müddetçe özgürdün. Yani bizler sevgili kardeşim, özgürlüğümüzü Hegel’den, Machiaveili’den, Eflatun’dan, Hobbes’tan yola çıkılarak bugünkü haline dönüşen “devlet”ten almadık, hiçbir zaman almayacağız da. Evet; devlet elzem bir mekanizmadır, haklarımızı korumak adına olması gereken bir şeydir. Kabiller Habilleri öldürmesin diye, arifler akıl üretebilsin diye ve de sen, mazlum kalma diye bu devlet denen şeye muhtaçsın.

Lakin, nefs denen o ışıltılı prangasıyla günümüz insanı, devletle iç içe olduğu sürece, Müslüman olsun olmasın, devletin ceberrutluğuna her daim teşnedir. Bunda elbet, modern devletin neredeyse her şeye karışabilecek yetkinlikte kendisini görmesinin, “kamu malı” “devletin bekası” “halkın selameti” gibi her an suistimal edilebilecek bahanelere sığınmasının payı da vardır. Çünkü güç, insanı saptırabilir; Haccac ve Yezid’in hali sana ibret olsun.

Çok değil, 28 Şubat’ta İmam-hatiplerden mezun olup da puanları “doğranan” abilerimiz, üniversite kapılarında başörtülerinin mücadelesini veren ablalarımız sadece bir kaç “Kemalist’e” ve elinde silah olan paşalara karşı kendilerini savunmadılar. Aynı zamanda devletin, o kutsanan mekanizmanın ve onun “Ne yapıyorsak doğrudur.” zihniyetinin de karşısındaydılar. Emin ol, Müslümanlar olarak biz de eğer bu “devletimiz kutsaldır” anlayışına bürünür ve “zihin konforuna” kendimizi hapsedersek, biz de 28 Şubat’taki zalim adamlar gibi gezinip duracağız ortalıkta. Güç sarhoşluğuyla “ne yaptığımızın hesabını bu dünyada tutmayıp”, Hz. Ömer’in sözüne aykırı davranmış olacağız.

En zor şartlarda bile düşmanına adaletli davranmış Bilge Kralları hatırlamak gerek.

En zor şartlarda bile düşmanına adaletli davranmış Bilge Kralları hatırlamak gerek.

Elbette bizim kimseye Allah haricinde hoş gözüküp ilkelerimizden sapmamız gibi bir durumu istemiyorum senden. Fakat kardeşim, kendini Müslüman görmediği halde başörtüsüyle sınıfa giren kız kardeşimize karşı homurdanıp duran densizlere ağzının payını vermiş, insanca davranmış adamların dahi artık bu memlekette pek hoş gözle karşılanmadığını görmeni istiyorum.

Cahiliye devrinin kokuşmuşluğu arasından “insan”ın nasıl olması gerektiğini göstererek, devrimin kralını yapmış Rasulullah (sav) kendisinden olmayanlara, tebliğine cevap vermeyenlere dahi nasıl hoşgörülü davranmışsa; biz de onların çektikleri zulümde, maruz kaldıkları dışlanmışlıklarında onların yanında olmalıyız. Müslüman olmak eğer bunu gerektiriyorsa, İslamcılık da haliyle onu gerektirir.

Bu eleştirilerim sakın ola seni her daim bu topraklarda arka plana atanlarla aynı safta bulunduğumu falan düşünmen için bir sebep olmasın. Diyanet’i temelli kaldırıp İslam’ın buralarda ‘sulandırılmasından’ yana olanların, ‘benim dedem hacı’ veya ‘kalbim temiz’ Müslüman’ı tiplerin veya sözümona İslam’ın “kutlu erlerinin” sana ne denli zarar verdiğini biliyorum. Ancak, sana çamur atmak adına pejoratif bir amaçla “Siyasal İslamcı” lafının bu kadar kutlu bir geleneğin göz ardı edilmesi sonucu kullanılmasını hazmedemiyorum.

İşte tam burada, senin de üzerine düşmeni yapmakta aciz kaldığını ve “güçlenmek”, “devleti kaybetmemek” adına zihinsel süzgecini hiç de doğru kullanamadığını görüyorum. “Her şeyi kaybettik Üstad’ım!” diyen talebesine “Çay koy Keçeli, yeniden başlıyoruz!” diye cevap veren Said Nursi’nin teslimiyetinden uzakta kalmak için elinden geleni yapıyorsun.

Başkasının günahlarına ağlayabilen mert adamları hatırlamak gerek.

Başkasının günahlarına ağlayabilen mert adamları hatırlamak gerek.

Yani İslamcılık dediğimiz şey, devletin mekanizmasına kendini hapsetmiş, bir partiyle kendini müsemma kılmış veya tamamen ideal dünya hayatını tasarlayacak bir ideolojiye sıkıştırılmış bir hareket değildir. Eline silah adamların Sünni, Şii, yaşlı çocuk demeden ölüm saçtığı bir IŞİD’in yaptığı ne kadar İslamcılıksa, eline kalem/klavye alan ve etrafa kin kusan AK troller, Fatih Tezcan, Yiğit Bulut ve bilumum omurgasız adamın yaptığı da o kadar İslamcılıktır. Böyle böyle, kafelerde, kitapçılarda “İslam çok güzel, gelsenize” diyen, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç ve bilumum İslamcı şairi tartışıp da ikindinin sünnetini kılmamak için kerahati bekleyen tipler türüyor etrafta.

AK Parti’nin iktidarını fırsat bilip Müslümanların yanındaymış gözüken bu zevat, bizleri temsil ettikçe “Aha İslamcılar böyle, bozuklar, Müslümanlıkları yalan dolan…” tarzı laflara maruz kalıp paparayı hep beraber yemek durumunda kalıyoruz, bunu gör! Vebali hep beraber üstleniyoruz.

Dilerim, bu rehavetten ve tevekkülden uzak, akıldan gayrı ve imandan silinmeye yüz tutan bu tavrından vazgeçersin. Sen İslam fıtratı üzere yaratıldın ve bunu korumak, yine senin elinde; ne bir parti, ne devlet, ne de uzun veya kısa bir adam buna karar verebilir.

 

Şubat 2013’ten beri büyük bir zevkle sürdürdüğüm ve bu vesileyle Rabbimin bana çeşitli kapılar açtığı GazeteBilkent Politika Birimi yazarlığıma bu yazımla son vermiş bulunuyorum. Hamd olsun; Orta Doğu coğrafyası ağırlıkta olmak üzere 50’den fazla yazıyı şu ana kadar kaleme almış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Dilerim ahiret günündeki hesabım bu vesileyle daha kolay geçer.

Bu yolculuğumda bana desteklerini her daim dile getiren eski editörlerim Ali Yağız Baltacı’ya, Orhan Kavas’a ve mevcut editörüm Şeyma Betül Sercan’a en derin şükranlarımı dile getirmekten ve de burada sayılamayacak kadar çok isimsiz kahramana en kalbi duygularımı belirtmekten onur duyarım.

Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır.  

 

 

 

 

 

Leave a Reply

1 comment

  1. Şemsi Bilir

    Kardeşim yazını okudum. Getirdiğin eleştirileri beğendim. Ismail abi tarzında eleştirmişsin hoşuma gitti. Tek takıldığım nokta şu: “kendini Müslüman görmediği halde başörtüsüyle sınıfa giren kız kardeşimize karşı homurdanıp duran densizlere ağzının payını vermiş, insanca davranmış adamların dahi artık bu memlekette pek hoş gözle karşılanmadığını görmeni istiyorum.” Hoş karşılanmamasının sebebi bu değil bence. Bunun dışında söylenegelen yolsuzluk iddiaları vs. Allah yolunu açık etsin, doğru hak yoldan ayırmasın, gözlerimizi köreltmesin.
    Saygılar.