[box_light]
Ankara’da yaşayanlar bilirler, en ünlü alışveriş merkezlerimizin “muhteşem” yılbaşı ışıklandırmalarını. İnsan boyunu metrelerce aşan bu betonlarımızın, ki onlar en önemli sosyalleşme alanlarımız, boydan boya ışıl ışıl görüntüsüne hayran kalmışızdır. “Ah, ne kadar da güzel olmuş, her yer ışıl ışıl!”.
Oysa bu parıldayan betonların bizlere “estetik bir zevkten” öte “acı bir hüzün” vermesi icap eder.
İşte bu yazı, bir Ankaralı olarak alışveriş merkezlerine hapsedilen bir sosyal yaşamın, Türkler olarak inşaatlara harcadığımız milyon dolarların ve her şeyden önemlisi, bir dünya insanı olarak doğaya çektirdiğimiz işkencelerin bizlere vermesi gereken acı hüznü hatırlatmak için kaleme alındı.
[/box_light]
Birçok çalışma, vahşi yaşam alanlarının son yıllarda %50’den %25’e düştüğünü gösteriyor. Buna nükleer silah testleri, hızlanan teknolojik gelişimler, nüfus artışı ve tüketim sebep gösteriliyor. Bir başka deyişle, “artan” her şeyi karşılamak adına hep doğayı azaltıyoruz.
Endüstriyel devrimden bu yana, “daha çok fabrika daha az doğa” sloganıyla vahşi yaşamın soyunu kıran insan, artarak kendi soyunu devam ettirdi. Nüfusu artan insan, en temel ihtiyacı olan barınma için daha çok betondan kutulara ihtiyaç duydu. İhtiyaç duymadığı diğer her şey için de ışıltılı beton binlara koşarak daha çok tüketti.
Tüketti, harcadı, betonları göklere ulaştırdı, kullandı ve attı.
İşte tam olarak bizleri anlatan bu döneme bilim insanı yeni bir isim verdi: “Antroposen”.
Anthropo – insan ve cene – çağ kelimelerinden türetilen bu yeni dönem, insan kontrollü dünya düzeninine tekabül ediyor. Nobel ödüllü kimyager Paul Crutzen’in isim babası olduğu bu yeni çağ, insanların telafisi mümkün olmayan değişikliklere yol açtığı, iklimsel ve jeolojik değişimlerin insan kaynaklı meydana geldiği bir dönemi işaretliyor.
Araştırmalar, bu çağı adeta acı bir gerçeklikle yüzümüze vuruyor. İnsanlığın inşaatlarda kullandığı beton miktarından tutun da okyanuslara atılan plastiklerin miktarına kadar yepyeni bir çağa girdik. Dünya, hiç karşılaşmadığı yepyeni bir çağa girdi.
Beton kullanımı o kadar arttı ki, tarihin başlangıcından beri kullanılan betonun yarısından fazlası geçtiğimiz 20 yılda kullanıldı.
Beton kullanımına göre uluslararası sıralama yapılsa, Hong Kong gibi “gökdelen ülkelerden” sonra Türkiye bu listede birçok ülkeyi geride bırakabilir. Özellikle son 15 yılda Türkiye’de artan bu “inşaat çılgınlığı” ne insanlar ne de doğa açısından bir hayra alamet.
Sosyal-devletin yardım eli uzatır gibi yapıp beton zenginlerini doyurduğu, insanları toplu konserveler halinde yaşamaya ittiği ve toplu doğa kıyımına sebep olduğu korkunç bir dönemden bahsediyorum.
Bu kısa vadeli ve ivedi politikalar yalnızca insanları konserveleştirmiyor. Arta kalan betonlarla, onların yanı başlarına bir de ışıltılı AVM’ler ekliyor. Bununla da kalmayıp beton kutularımızda izlediğimiz “akıllı kutulardan” gün boyu “tüket!” diye haykırıyor. Tüket ki, beton zenginleri daha da kazansın. Bir de nüfusunu artır, artır ki daha çok beton bina olsun, daha çok tüketelim. Müsriflik, israf, ziyan, açgözlülük… Bütün bu tanımlamalar tarihe karıştı bile. Tabir-i caizse müsrif “out”, betona bağımlı tüketici “in” oldu.
Bizler betona yapışık tüketim robotları olmuşken, mutfak robotu kadar bile işlevimiz kalmamışken, doğanın hakkını kim savunur?
Her şeyden de önemlisi, Antroposen’de doğanın hakkından kim söz edebilir?
Bilinen ve görünenler ne yazık ki doğanın hakkından bahsetmekten çok uzak.
Eğer bu “trend”lerimizi sürdürmeye devam edersek, dünya 6. büyük soy tükenmesiyle karşı karşıya kalacak. Dahası, önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde türlerin %75 i yok olacak. Elbette ki buna sebep olan insan var olmaya devam edecek.
Ayrıca, karbondioksit salınımı endüstriyel devrimden beri artarak nefesimizi çalıyor. Dönem dönem sanayi şehirlerinde insanların sokağa dahi çıkamaması da bunun bir sonucu. Geçtiğimiz haftalarda Pekinlilerin yaşadığı bu korkunç hava kirliliği deneyimi durumu gayet güzel açıklıyor. Doğa insan yüzünden acı çekerken insan nefes bile alamıyor.
Bugün atalarımızın bizlere bıraktığı muhteşem mimari eserleri incelerken bundan yüzyıllar sonra bizler gelecekteki soydaşlarımıza muhteşem plastikler bırakacağız. Bizler bir günde kullanıp attıklarımızla doğayı yüzyıllar boyu işgal ediyoruz. Üstelik beton şaheserlerimiz ne atalarımızın eserleri kadar sağlam ne de estetik. Yani geriye sadece plastik bırakıyoruz.
İnsan türünden bağımsız bir doğa yok artık. Doğa, içinde bulunduğumuz son birkaç yüzyılın kölesi. Üstelik bu kölelik hala “yasal”. Zira doğanın bir Rosa Sparks’ı yahut Marthin Luther King’i yok. Her şeyin insan-odaklı yaşandığı ve sorunların betondan yapılma kutularda çözüldüğü bu yeni dünyada “doğal” olana yer yok. Doğal yalnızca gösterişten nasibini almayan insanlar için kullanılan yahut günümüz doktorlarının “doğal” ürünler tüketin derken kullandığı bir sıfat. Doğa yalnızca bizim için var ve bize hizmet ettiği sürece de var olacak.
Maalesef bu kadar da değil. Asıl soru artık “doğayı insan işgalinden nasıl koruyabiliriz” değil. Asıl soru “değişimine engel olamadığımız yeni doğaya ne şekil vereceğiz” oldu. Bir başka deyişle, kirlettiğimiz ve köleleştirdiğimiz doğaya bundan sonra vereceğimiz şeklin ne olacağı.
Princeton’lı akademisyen Roy Scranton‘ın bu sözleri belki de geldiğimiz noktayı en acı gerçekliğiyle yüzümüze vuruyor: “Eğer Antroposen’de yaşamayı öğrenmek istiyorsak önce ölmeyi öğrenmemiz gerek!”
Rıza ÇETİN
Dünyamızın ve dolayısı ile insanların en büyük sorunu güzel anlatılmış. Okuyucu olarak istediğim; bu konu size yeter, başka konuda yazmayın, yazılarınızı her tonda ya da her frekansta yazmaya özen gösterin. Vahşi yaşam, kirleten ve yok edenlerin koyduğu bir isim, doğru yaşam veya doğal yaşam deyimini kullanmalısınız. Tarımda da aynısı oluyor, Modern Tarım, Perma Kültür Tarım gibi, ben Doğal Tarım veya Doğru Tarım olarak kullanmaya özen gösteriyorum. Umarım Doğa Savaşçısı olursunuz.