Ortadoğu’nun, o tarihe temel atan kadim toprakların bugün çaresiz bir karanlığa mahkûm olduğunu, yüzlerce yıllık tabulaşmış gelenek/anlayışlarla fikren tutsak edildiğini, İslam’ın cevherî (özsel) ve Rahmanî yüzünden Peygamber’in vefatından bu yana mahrum bırakıldığını anlamak için oryantalist dürtülerle etraflıca bir analiz değil ihtiyacımız olan, yalnızca vicdanlı ve politik hırslardan arınmış hakkaniyetli bir bakış. Bu coğrafya kolektif bir çıldırmışlıkla insanın ‘insan’ vasfına savaş açılan, tam manasıyla”kötülük”ün kendine en rahat barınma yeri bulduğu, insan onuruna dair söylenebilecek şeylerin pek azaldığı zavallı bir diyar haline getiriliyor. Bu, yapılmış ve yapılacak belki de en ağır, en haksız sahiplenmeden güç bularak işleyen, yıkıcı bir süreç; temelini şu anki Ortadoğu gibi bir dünyanın olmaması için bütün insanlığa yaptığı barış ve adalet vurgusundan alan bir ‘din’, Ortadoğu’yu bu hale getiren günahkârların başat motivasyonu oluyor.
Bir kıyım gerçekleştiriliyor; karanlığın adi neferleri, suçsuz insanları vahşice öldürdükleri gibi, aynı haysiyetten yoksun tavırla, kitabın insanlığa rahmet getirecek bütün mesajlarını, çarpıtarak, umursamayarak, bağlamından tamamen kopararak, yerine milli ve siyasi hedefleri için türettikleri binlerce uydurmayı ikâme ederek öldürmeye kalkıyorlar. Bu kıyımları Ortadoğu halklarına yalnızca o dönemlik toplumsal bir ‘kötü’ olarak geri dönmüyor, coğrafyanın yazgısını doğrudan karanlığa sürükleyecek bir edayla, insanların zihinlerini köleleştirici, düşünmelerini, sorgulamalarını engelleyici, aydınlığa meydan okuyan yozlaşmış bir medeniyet tasavvuru ile yeniden şekillendiriliyor.
Uygarlığın filizlendiği bu toprakların nasıl bir bozulmuşluğa terk edildiğini anlamak için belki de sadece IŞİD aşağılıklarının tam da kendilerini anlatır bir hoyratlık ve barbarlıkla katlettiği, tek suçları başka bir din düşünürünün uygun gördüğü İslâm yorumunu ve fıkıh kurallarını onaylamak olan binlerce şii müslümana bakmak yeterli olur. Onlarla birlikte tabii mesleklerini hakkıyla icra edebilmek onurunu canlarıyla ödeyen gazeteciler Foley ve Sotloff da bugünün Ortadoğu gerçekliğine dair en sarih izlenimleri oluşturabilir. Sahip olduğumuz en acı gerçeklerden biri şu ki; burası artık çok uzun süre önce bıraktığı, uygarlığı, bilimi, sanatı yani ‘güzellik’i üretme misyonunu çirkin, vahşi ve kötü olanı üretme ile mübadele etti.
Bu kötülüğü eleştirmeyi, üzerinde hiç düşünmeden, etiketleme otomatiğine alınmış zihinlerle oryantalist bir refleks olarak addetmek o kötülüğe içten içe razı olacak hatta onu destekleyecek bir karaktersizliği gerektirir. Basit yaftalarla, hiçbir çözüm sunmadan sadece analizlerle yola devam ederek yalnızca bu karanlığı sürdürüyoruz. Yorumlamaktan değiştirmeye geçen basamağı adımlamak, bu kötülükle mücadele etmek zorundayız; yalnızca Ortadoğu’nun yazgısı için değil kendi yazgımız için, bu karanlıkla bir öze dönüş motivasyonu ile, (Müslümanlar için belirtiyorum buradan sonrasını) Rabb’in ipine sarılıp bölünmeyerek, Kur’an’ı yegâne yol gösterici kabul ederek var gücümüzle mücadele etmek zorundayız.
Bu mücadele nereden bakılırsa bakılsın muhterem bir niteliğe haizdir çünkü yalnızca Ortadoğu’nun karanlığı ile değil, bizzat insanlık onurunun kurtarılmasıyla doğrudan ilintili bir meseledir ve vicdan sahibi her birey tarafından hassasiyet gösterilmesi gereken bir konumdadır. Biz bugün aslında IŞİD’e karşı dururken, bizi insan yapan değerleri korumaya dair bir meydan okumayla hareket ediyoruz. Yalnızca IŞİD değil tabii ki düşman, Ortadoğu’yu bu hale getiren bütün unsurlar, Kur’anî bir tabirle, görüldüğü yerde tutulup öldürülmeyi sonuna kadar hak eden o yıkıcı etmenler, zenginlerle yoksullar arasında oluşmuş derin uçurumlar, sosyal dayanışmanın yoksunluğu, sormayı, sorgulamayı yasaklayan geleneksel düşünüş tarzı ile köleleştirilmiş zihinler, öze dönmeyi, Peygamber’in uğruna hayatını ortaya koyduğu vahye, ve onun uygun gördüğü hayat tarzına samimiyetle geri dönüp Kur’anî bir dünya tasavvurunun tesisini engellemek yönündeki adımlar gibi pek çok soyut düşman da en az IŞİD kadar savaşılmayı hak ediyor. Bu işe karanlığa aydınlığı yaklaştıran bir öznenin heyecanıyla, bilimin, sanatın ve felsefenin aydınlatıcılığına duyacağımız güven ile, araçsal bir mahiyete bürünülmesine müsaade etmeyerek, bu mücadelenin din, siyaset ve mezhep üstü bir konumda olduğunun bilincinde olarak dört elle sarılmak gerekiyor.