Zaman mevhumuna atfettiğimiz önemden kaynaklansa gerek, 365 günlük bir periyodun sonuna gelindiğinde, insanlar üzerlerinde oluşan stresi atmak ve ruhlarını tazelemek adına -dondurucu soğuklara aldırış etmeden- sokakları, restoranları, kafeleri ve barları doldurup coşmak istiyor. Kimisi buna müthiş bir eğlence arzusuyla yaklaşırken kimisi de Hıristiyanlığın bir getirisi olması sebebiyle mesafesini koruyor. Tabi bu faaliyetin var olan bir insan topluluğunca tasvip edilmesi, saygıyla karşılanılması gerektiğini de gösteriyor bizlere. Velhasıl kelam, bu girizgâhtan sonra belirteyim ki aşağıdaki satırlarda yazacaklarım, yukarıda bahsi geçen “Yılbaşı” geleneğinin incelenmesini içermemekle birlikte, bu denli derin bir anlama da sahip değildir. (belki) Onlar yeni bir sabaha uyanıldığındaki ruh halimize öğütler vermek istemektedir.
17 ve 25 Aralık operasyonlarının gölgesinde girdiğimiz bir yılın nasıl geçeceğini tahmin etmek, insanoğlunun epistemolojik sorunlarını çözmekten daha da zordu. 90 kuşağının ömrü hayatında irdeleyebildiği tek partinin, tek hükumetin ilk kez böylesine kasvetli bir sorunun altında ezildiğini görmek kimilerini çok mutlu etmiş, kimileriniyse o gölgenin altında daha sık saf tutmaya itmişti. Kutuplaşma kavramını bu kez yargısal faaliyetler üzerinden tadıyorduk. Emniyet mensupları tasfiye rüzgârında sallanmaya, görev yeri değişiklikleri de savcıların alışkanlığı haline gelmeye başlamıştı. Tabi bu eylemlerin doğruluğunu yahut yanlışlığını tartışmak bizi bambaşka bir yola iteceği için, yazılanları şimdilik olgusal olarak okumanızı istiyorum. Konuya dönecek olursak; bu kutuplaşma furyasının olduğu sıralar, 150’yi aşkınhakim ve savcının görev yeri değiştiriliyor, tam o sırada Reza Zarrab ve içeri alınan bakan çocukları tahliye ediliyordu. AKP kanadında üst üste yaşanan bu sevindirici gelişmeler karşıtların tepkisine yol açıyor ve “Yargıya müdahale” kavramı hayatlarımızın bir parçası olarak sosyal medyayı sallıyordu. Mart ayıysa, sosyal medyanın önüne bir set çekilmesini beraberinde getiriyor, Twitter erişim engeline uğruyordu. Hal böyle olunca, karşıt grupların diline dolanan yukarıdaki iki sözcük gündelik sohbetlerin bir parçası oluyor fakat bunu hiçbir siyasi parti bir sosyal propaganda aracı olarak kullanamıyordu. Bu bir eşik noktasıydı. Neden mi? Çünkü bir kitlenin yönetiminde hedef almanız gereken grubu seçerek işe başlarsınız. Günümüz Türkiyesi’ne baktığımızda -her ne kadar bu genellemeyi yapmaktan kaçınsam da- bizleri üç kategoride kabaca bir araya getirebiliyorum. Kitaplardan beslenenler, gazetelerden beslenenler ve televizyondan beslenenler. Bu kategorizasyona interneti katmıyorum çünkü internet, gelir dağılımındaki eşitsizliğe rağmen tüketim toplumunun hepimize dayattığı bir gereç haline geldi. Bu kategorizasyon, insanlarımızın hiçbir kesimini aşağılamak tarzı edepsiz bir amaç taşımamakta, aslen olgusal bir yaklaşım sunmaktadır. Şimdi burada yer alan televizyon kaynaklılar, siyasetçilerin en rahat ulaşabileceği insan grubu olmaları sebebiyle, bir siyasi partinin güven kazanabilmesi adına kullanılabilecek en iyi mekanizmadır. Gelin görün ki, yukarıda bahsi geçen iki kelime, bir sosyal propaganda aracı olmuştur olmasına ancak, demokrasilerin dördüncü kuvveti olan muhalefetin değil, iktidarın yani suçlananın propagandasına hizmet etmiştir. Hal böyle olunca, muhalefetin girişimlerini çırpınmak olaral nitelemek de gayet yerinde olacaktır. Bu çırpınışların yerel seçimlerde başarı getireceğini bekleyenlerin seçim sonrası yaşamış olduğu üzüntü ve bıkkınlık hissini anlayabilmekse, eleştirmek kelimesinin bir nebze dışına çıkamayan muhalefetin kısa vadede anlayacağı bir husus olmaktan çıkmıştır. Bu noktada gelebilecek olan eleştiri, medya kanallarının iktidara hizmet ettiği ve muhalefetin bu noktada çaresiz olduğudur. Bu eleştiriyi kabullenip, iktidarı sadece eleştirmek bir çözüm değildir. Elbette, hoşnutsuzluklar dile getirilmedikçe, uygulanımaya devam edecektir. Ancak muhalefetin, “nasıl olsa gelecekler” anlayışının arkasına sığınıp, propagandasını karşı tarafı çürütmek adına yapmamış olması, yukarıdakinden çok daha önce öne atılması ve çözüme kavuşturulması gereken bir eleştiridir.
Peki bu muhalefetin ilkesel bir siyasi çizgi takip etmeyip, kendince ılıman politikalar izleyerek Cumhurbaşkanlığı seçimine Ekmeleddin İhsanoğlu‘nu sokmasına ne diyebiliriz? Hakkında yüzlerce sayfa tutarında haber yapılmış olan bu kişi, yakın tarihimizin tozlu raflarında 11 ağustos günü itibariyle yer etmeye başladı. Nedeniyse, yukarıda bahsi geçen sosyal propaganda yollarının etkin kullanılmayışı ve kitle analizinden uzak, merkeziyetçi bir parti anlayışıydı. AKP kadrolarının, haklı ya da haksız, göstermiş olduğu çabalar, dönemin başbakanını Köşk’e çıkarmakta ziyadesiyle yeterli olmuş; halktan kopuk siyaset anlayışı, insanları bıkkınlık denizindeki bir girdaba öylece bırakıvermişti. Cumhuriyet Halk Fırkası, başkumandanlık görevinin müteakibinde Mustafa Kemal’in yakaladığı ivmeyi yakalamaktan çok uzakta kalmış, uygulamalar amaca hizmet etmemişti. Bu süreç, CHP seçmenine AKP hükumetine eleştiri getirmekten başka çare sunmadığı gibi, 2014 yılı boyunca çözüm odaklı olamayan eleştirilere hayatımızı teslim etmiştir. İşte tam da gelinmek istenen nokta da burasıdır. Siz bir Hobbes değilseniz, bir hükumdarı sorgusuzca savunmakta güçlük çekebilirsiniz. Siz bir Makyavelli değilseniz, her vasıtayı gaye için meşru kılamayabilirsiniz. Siz bir Hitler değilseniz, ırkınızın saflığı adına ölüm kapısını aralayamaz, halkınıza suni bir barış sunamazsınız. Peki tüm bunlar değilseniz, varoluşunuzun hizmet etmesi gereken amacı nasıl belirlersiniz?
Cevap mı arıyorsunuz, işte burada: Hegemonyayı eleştirerek, yaratılan bilgiyi ve özgür düşüncenin özgürlüğünü sorgulayarak, söylemleri(discourse) analiz ederek, insan hakları kavramının göreliliğini görmeye çalışarak ve geçmişinizle yüzleşerek.
2015’in ilk sabahına uyandığımız bu Perşembe gününde, sizleri yormak değil amacım. Amacım kendimize gelmemizi sağlamak. Kutuplaşmak, yaradılandan nefret etmek seviyesine bile gelse; yönetilmek adına verdiğimiz bu savaş, güvenliğimizi koruması sebebiyle sosyal bir kontratın altına imza attığımız hükumetlere ya da bazı çıkar gözeticilerine hizmet etmekten başka hiçbir şey yapmıyor. Unutmayalım ki tartışmak, “ama” kelimesinin olmadığı cümlelerde karşılıklı görüşleri anlayabilmek, anlatabilmek ve gayelerimizi barışçıl düzlemlere yerleştirebilmektir. Bu süreçte kimsenin bazı kitleleri “koyun” vs gibi ithamlarla aşağılamaya hakkı olmamakla beraber, maruz kaldıklarını düşündükleri yapıya bir güçle karşılık vermenin sınırlarını da çizebilmeyi gerektirir. Bu söylenen darbe kavramının arkasına sığınanları hedef almaktadır. Unutmayalım; gücün varlığı bazen bir kişinin bazen de bin kişinin düşüncelerini zindana atabilir; ancak bu süreçte o zindanda kalıp haklı bir mücadele vermek, bıkkınlık zindanına girip at gözlüğü takmayı ve hükumeti devirmek adına her yolu mübah görmeyi seçmekten daha erdemli ve demokrasi düzlemine daha uygundur. Demokratik değerleri zedeliyor diye eleştirdiğiniz bir yapıyı, demokratik olmayan arka kapıdan vurmak yerine; o yapının destekçilerinin sosyolojik analizini yapmak, söylemlerdeki arayışı sezmek ve laiklik gibi hayatımıza yerleşmiş kavramların, o insanlardaki yansımasını görmeye çalışmak olmalıdır amaç. Aksi takdirde vahşet vurgunu yer ve muasırlaşma hayalimizi yüzyıllarca ertelemeye devam ederiz. Desteklediğimiz partinin vurguladığı değerler, var olması gerekenin onlar olduğunu göstermiyor. İşte bu sebepledir ki, var olan bozulacak diye atmaktan çekindiğimiz adımları atmanın vakti gelmiştir. Bu adımlar da tarihimizle yüzleşmek ve bir parti destekçisinden öte bir birey olarak sonuca varabilmekle başlamalıdır. Umarım bu sabah “siz”, “biz”, “onlar” tarzı kavramları kullanmadığımız bir insanlığa, yeni bir ışık yakabilirim.
Saygılar…