AK Parti ve dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinden beri Türkiye bir dönüşüm sürecinin içerisinde. Türkiye siyasetinin temel taşlarının bir bir yıkılıp yerine yenilerinin gelmesi yalnızca on iki yıl sürdü ve süreç devam ediyor. Geçmişte lanetlenen sivil olmayan aktörlerin yerini şimdi tamamen sivil ancak halkın oyuna rağmen belli bir kesim tarafından horlanan, “milli irade”ye bağımlı aktörler aldı. Yinelenen diktatör yakıştırması toplumun önemli bir kesiminin fikrini yansıtıyor. Türkiye bir bütün olarak siyasi arenada ortak bir paydada buluşamıyor, gözle görülür demokratik yönetim bozuklukları “milli irade”nin fikrini değiştirmiyor. Bu sorunlu halin analizini yapmak özellikle şu anki durum göz önüne alındığında oldukça zor bir uğraş. Ancak bu yazıda gözüme bu son on iki yılda çarpanların ışığında bir deneme yapmak istiyorum.
Türkiye, diktatör yakıştırmasını tam olarak yıkamayan bir iktidar, yani Recep Tayyip Erdoğan tarafından yönetiliyor. İç siyasette belli bir kesime tamamen sırtını dönmüş, saldırganlaşan ve isyan niteliğinde protestolarla sırtını döndüğü kesimden cevap alan bir iktidar. Kutuplaşan toplumun yarattığı bir tek taraflı iktidar, ya da tek taraflılığın beslediği bir kutuplaşmış toplum-medya-siyaset üçlemesi. Ortada buluşulamıyor, büyük umutlar bağlanan yeni sivil anayasa fikri küflenmeye yüz tuttu. “Biz ve onlar” ikilemi olanca gücüyle ülkeyi kaosa sürüklüyor. Akla gelen ilk soru şu: Bir siyasi iktidar, yaptığı onca hatayla, yüzleştiği yüz kızartıcı iddialarla ve kutuplaştırıcı siyasetle beraber, ve daha da önemlisi, “milli irade”ye rağmen değişebilir mi? Sokakta direnen, zaman zaman canını veren insanlara göre, evet. Eğer bir grup insan sesini yeterince yükseltirse, değişim mümkün. Niyet iyi veya kötü, iktidara karşıt düşüncedeki insanların birçoğuna göre yumuşak siyaset yolu sonuna kadar kapalı. Hoşnutsuz halkın elinden başka bir şey gelmiyor. Öte yandan çaresizliğin verdiği saldırganlık iktidara destek veren kesimi huzursuz ediyor, desteklerini sağlamlaştırıyor. Bir de böyle bir ikilem var.
Soma’da emekçilerimizi kaybettik. İhmal var, teknolojik anlamda geri kalmışız, emekçiyi sömürmüşüz, haksızlıkların önüne geçememişiz. Yaralıyız kısacası. Şimdi bir yanda retoriğin tadını kaçıran Erdoğan var, iktidara destek veren ve suçlamaları kabul etmeyen bir medya var ve diğer yandaysa; çaresizliğin acısı yüreklerinde yer eden ve yapılan hataların tamamını devletten, hükûmetten bilen bir halk kitlesi var. Suç var, lâkin kabul eden yok. İnsanlar ölmeye devam ediyor, ancak bölünmüşüz; bir tarafın canı acıyor, diğer taraf vicdanından önce siyasi gücünü muhafaza etmeye çalışıyor. Berkin Elvan halen Erdoğan’ın kayıtsız tutumundan nasibini alıyor. Dişler bileniyor. Okmeydanı’ndaki çatışmalarda insanlar ölüyor. Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki isyan hareketleri polisle halkı karşı karşıya getiriyor. Bu gidişin gelecekteki yansımaları mutlaka hepimiz için tehlikeli olacak.
Söz konusu Türkiye olunca artık diğer Orta Doğu ülkelerinin aksine demokrasiyi konsolide ettiğimiz inanışı hakim. Artık postal izi yok, “şer odakları” devre dışı, sivil iktidarla birlikte siyaset, demokrasiyi benimsemiş kabul ediliyor. Ya da, daha mantıklı olduğunu düşündüğüm şekilde, bu ülke ilk defa bir sivil demokrasi ihtimalini yaşadığı için, ne yaşasa eskisinden daha iyi geliyor. Özellikle şimdi AK Parti’ye destek verenler için durum böyle. Milli irade, Başbakan’ına toz kondurmak istemiyor; çünkü o giderse yerine ne gelir kimsenin en ufak fikri yok. Alternatifler umut vaat etmiyor. Eskiden koalisyonlar vardı, biri gider yenisi gelir, hepsi hemen hemen aynı şeyi yapardı. Türkiye alternatiflerle dolup taşıyordu, arkasında belli bir halk kitlesi olan herkes koltuğa talipti. Şimdiyse, otorite boşluğunun hemen ertesinde, bu boşluğun yerini dolduran, en kötümser tahminlere göre bile yüzde 45-50 civarı oya sahip bir iktidar, yaptıklarının arkasındaki kitle tarafından sorgulanmadan kabul edileceğinden emin bir şekilde ülkeyi yönetmeye devam ediyor.
Bu ülke çok kötü süreçlerden geçti; evlatlarını kaybetti, tartaklandı, işkence gördü. Ancak önümüzdeki süreçte yaşanması muhtemel senaryolar gözümün önüne geldiğinde, geçmişi mumla arar hale gelebiliriz. Tarihimizde bu kadar keskin ve birbirinden bu kadar hazzetmeyen iki kutba rastlamak çok güç. Halkın ilk defa doğrudan müdahil olacağı Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve iktidarın üzerindeki baskının katbekat artacağı 2015 Genel Seçimleri bizlerin kaderinin ne olacağını belirleyecek. Artık kaos ve istikrar iki ayrı ihtimal değil. Yaşadığımız son on iki yıl bize gösterdi ki kaosla istikrar birlikte yaşayan ve birlikte bir ülkeyi girdabın içine çekebilen iki farklı metafor, birini diğerine tercih etmek imkânsız. Daha kapsamlı bir analiz için tarafların birbirini iyi okuması ve herkesin kendini doğru düzgün eleştirebilmesi gerekiyor. Yoksa birbirini anlamayan kitleler eninde sonunda somut bir şekilde, sandık haricinde bir arenada karşı karşıya gelecek.