“Burada Halk da Benim Devlet de!”

Taksim 1 Mayıs Alanı

1 Mayıs Taksim Meydanı’nda kutlanamadı

Yazıma başlamadan önce geçmiş 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramımızı (resmî adıyla Emek ve Dayanışma Günü) kutlayayım.

1 Mayıs öngörüldüğü üzere, iktidarın halk nezdinde anlamsız olduğu kabul edilen ısrarının ardından Taksim Meydanı’nda kutlanamadı. AKP iktidarının takdir edilesi adımlarından biri olarak 2429 sayılı “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” da 22 Nisan 2009 tarihinde yapılan değişiklikle resmen bayram ilân edilen 1 Mayıs yine iyi niyetli adımlarla üç yıl barış içinde Taksim’de kutlanmıştı. Geçen yıl Taksim Meydanı’ndaki çukurlar bahane edilmiş, bu yıl da ‘kamu güvenliğini tehlikeye atabilecek nitelikte girişimlerin’ yaşanabileceği ihtimali göz önünde tutularak Taksim Meydanı kutlamalara kapatılmıştı. ‘Meydanların kentlerin hafızası’ olduğu düşünüldüğünde iki taraf için de Taksim Meydanı anlamlıdır. İşçi ve tüm emekçiler için tarihsel ve siyasal anlamda simgesel bir öneme sahip olan Taksim Meydanı, AKP iktidarının panik içinde yanıp tutuştuğu ve kim ne derse desin iktidar sarhoşlarının sarsılmaz sandığı kudret için açık bir korku nedeni olan Gezi Direnişi zamanlarını da her an Başbakan’ın aklına düşürdüğünden iki taraf için de oldukça önemliydi. Nitekim polis gücünü elinde bulunduran tarafın şiddet dolu sözde galibiyeti malumumuz oldu ve 1 Mayıs’ ı geride bıraktık.

Yine kavramsal tartışmalarla dolu bir 1 Mayıs yazısı yazma niyetindeydim, ancak son günlerde yaşadığım ve beni oldukça fazla rahatsız eden bir durumu yine son okuduğum bir kitapla karşılaştırmalı olarak sizlere anlatmak istiyorum bu sefer.

Önce kitaptan başlayalım.

GGM

Gabriel Garcia Marquez

Geçtiğimiz nisan ayında hayatını kaybeden Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, ‘Kolera Günlerinde Aşk’, ‘Kırmızı Pazartesi’ gibi kitaplarından sonra fazla okunmamış, popüler olamamış bir kitabını okumak istedim. Karşıma Pinochet diktası altındaki Şili’ de hayatın nasıl olduğunu tüm gerçekliğiyle dünyanın gözleri önüne sermek uğruna Şili’ ye gizlice girip belgesel çekmeyi amaçlayan yönetmen Miguel Littin’in bu macerasının konu edildiği “Şili’de Gizlice” adlı anlatı eseri çıktı. Her ne kadar gerçek bir hikâyenin aktarımı olduğu için yazarın usta romancılık tekniği geri planda kalsa da dönemin şartlarını sivil bir bakış açısıyla değerlendirmek açısından oldukça iyi bir anlatımın yer aldığı bu kitapta Miguel Littin, 12 yıldır sürgünde yaşamakta ve ülkesine girememektedir. Film çekmek için kılık değiştirerek ülkesine giren yönetmenin ilk gözüne çarpan şey şehrin kapitalizm sonrası modernleşen yeni yüzüdür. Sokağa çıkma yasağının tekrar başladığı Şili’de beklentilerin aksine tek bir asker bile sokakta görünmemektedir. Oysa Pinochet darbesi sonrası askerî cunta ülkede terör estirdiğinden yönetmen her yanda askerlerle karşılaşmayı beklemektedir. Daha sonradan anlaşılır ki askerin yerini ‘carabinero*’ denilen kolluk gücü almıştır ve her ne kadar toplum sivilleşme yalanıyla ikna edilmeye çalışılsa da askerî kolluk gücünün varlığı iktidarın aynı tehditkâr havasını sürdürmeye devam etmektedir. Her çekim yapmaya başladıklarında bir ‘carabinero’ engeliyle karşılaşan film ekibi toplum üzerindeki kolluk baskısını da ‘carabinero’dan habersiz filme konu etmektedir. Halkın iliklerine kadar yıkılmaz iktidar kuvvetini hissetmesini sağlamayı amaçlayan bu baskı ortamında kolluğun görevi devlet gücünü Santiago’nun, Şili topraklarının her bir santiminde halka her an hatırlatmaktır. Sokağa çıkma yasağı başladığındaysa ne askerî araçların ne de ‘carabinero’ların devriyesi ölüm sessizliğini bozamamaktadır. Zaten gün içinde de halkın sesi, Pinochet’nin askerî güçlerinin devirdiği ve Moneda Sarayı’nda katlettiği sosyalist lider Salvador Allende ile ilgili anılarda fısıldamaktadır, tersi bir ses ‘carabinero’nun kimlik kontrolüyle kesilmektedir.Carabineros de Chile

Tüm bu atmosferi Gabriel Garcia Marquez’in kaleminden okurken Kızılay’a indim. Daha önceki ‘Ankaralı’ yazımdan da anımsayabileceğiniz gibi Ankara’yı gözlemlemekten zevk alan biri olarak Kızılay’ın üniformalı silueti beni derinden etkiledi. Dershaneye gitmek için kullandığım Güvenpark üst geçidini artık kısa yoldan kullanamıyordum. Polis tamamen kapatmıştı. Derken Kumrular Sokak’ın hiç tükenmeyen kalabalığının daha da arttığını, çevik kuvvetin kalabalığın içinde küçük gruplar halinde yer aldığını, büfelerin önünün çeşitli amaçlarla orada bulunan polis memurlarının üniformalarıyla yeni bir görünüm kazandığını gördüm. Genel tablo iki renkti: Sivil Beyaz – Çevik Mavi! İki farklı kalabalık, iki farklı amaç, iki farklı araç, iki farklı gülüş, iki farklı bakış… Ne yazıktı halkın kendi sesiyle baş başa kalamaması! Neydi bunca önlemin sebebi? Yıllarca kullandığı yolları kullanamaz hâle gelen halk mıydı korkulan? Kızılay’ın dört bir yanında konuşlandırılmış korkutucu araçların verdiği mesaj neydi? Neyi kavramamız gerekiyordu metroya yetişmeye çalışırken ayağımıza takılan coplardan, kasklardan? Hangi amaçla harcıyordu güzelim hafta sonunu o polis memuru çocuklarının yanında değil de halkının tam karşısında? Bu kadar mı terörize olmuştu tüm Kızılay? Rejim mi tehlikedeydi de biz farkında değildik? Neydi abiler bu kadar büyük bir polis yığınağı gereksinimini tetikleyen?

Esasında geçişi dakikalarca süren konvoyundan anlayabiliyordum ülkeyi yönetenin psikolojisini. Ama bu bambaşka bir amaçtı. Bu, devleti yönetenlerin yalnızca kendilerini destekleyenlere minnet duyduğu, geri kalanlara kas gösterisi yapmayı hedeflediği bir havaydı. Halk iki taneydi iktidarın gözünde. Biri ‘millî irade’, geri kalanı ‘millî iradeyi yok sayan’, ‘terörize olmuş marjinal gruplar’. İşte bu bakış açısının bir yansımasıydı iktidar kudretini üniformayla temsil etmek. ‘Sivil Darbe’ argümanlarını ne kadar benimsemiyorsam ‘otoriterleşme’ kavramını o kadar önemsiyorum. Sivil darbe kavramsal olarak doğru bir değerlendirmeye götürmez bizi. Ancak otoriterleşen (Murat Belge ‘plebisiter otoriter’ olarak tanımlıyor) iktidarın üniforma gücüyle sivilliğini yitirmesinden söz edilebilir. Yerel seçimlerde haber oluyorsa polis ellerindeki çuvallar, kolluk gücü iktidarın baskı unsuru olarak görülmeye başladıysa toplumun büyük bir kesimi tarafından, polise ‘şiddet uygula’ emrini verenler göğüs gere gere açıklıyorsa bu emirlerini, doğal ve münferit bir olay olarak karşılanıyorsa 45 derecenin hesaplanamayıp biber gazı fişeklerinin canları tehdit etmesi, polis şiddetine göz yuman bir devlet olarak defalarca mahkûm edildiyse ülkemiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde ve buna rağmen destekleniyorsa iktidar tarafından, bırakın sorumluların cezalandırılmasını, ödüller veriliyor ve terfi ettiriliyorsa orantısız müdahalenin müsebbipleri otoriterleşmenin en dibinde kıvranıyor demektir ülkem.page_hangi-rejimlere-otoriter-denir_959450179

Aslında tek bir cümle her şeyi çok iyi anlatıyor. 1 Mayıs’tan önce DİSK’in ‘1 Mayıs’ı Taksim’de kutluyoruz’ açıklamasını yaptığı sırada çıkan arbedede bir polis memurunun ağzından döküldü şu sözcükler:

Burada halk da benim devlet de!

Kızılay’daki kalabalıkta gördüm ki artık orada ‘halk da polis, devlet de’!

 

*Not: Carabinero, paramiliter polis gücü olarak tanımlanabilir. Tam olarak karşılamasa da daha iyi anlaşılabilmesi için bizdeki jandarmanın şehirlerde de yetkili ve görevli olabildiği bir kolluk gücüne tekabül eder diyebiliriz.

Leave a Reply