Son zamanlarda Türkiye siyaseti bir metro istasyonunun iş çıkış saati yoğunluğunu andırdığı gibi aynı zamanda bir metronun diğer bir metroyu takip ettiği süre içerisinde değişiyor. Gündemi yakalamak bu açıdan oldukça zor oluyor. Öte yandan gündem, yapay sorunlar üzerine ve siyasal konum itibarı ile önemli sayılabilecek tek bir kişinin ilk cümleden itibaren yanlış temellendirmeler üzerine kurulu bir takım normatif önermeleriyle şekilleniyor. Bu durum, halkın zihninde bir bulanıklık yaratarak siyasal iktidarı zorlayabilecek bir takım pratik sorgulamaların önüne set çekiyor. Bu bağlamda köşe yazarına sunulan seçenekler de kısıtlanıyor. Ya gündemi analiz eden yazılar yazılarak bu temel bulanıklığa hizmet edilecek ya da tamamen konudan kopup kavramsal tartışmalarla üç beş okurun zihninde ufak hareketlenmeler başlatılacak. İkinci yolda kendimi daha iyi hissetmeme rağmen Haşim Kılıç sayesinde bu sefer bir üçüncü yol deneyeceğim.
Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi (AYM) başkanlığında bir değişiklik oldu ve bir yargıç şöhretinin ötesinde ün edinmiş olan Haşim Kılıç’ın yerine Zühtü Arslan geldi. Haşim Kılıç, görevini bırakmadan önce bir basın açıklaması yaptı (1-2 saat kadar gündemde kaldı). Bu basın açıklamasında oldukça dikkat çekici unsurlar var her zamanki gibi. Kişisel kariyeri ile ilgili olarak siyaset planlarının olmadığını söylediği gibi yargının genel problemlerine de değindi eski AYM Başkanı. Değindi değinmesine de uç uca eklenen bir iki belirleme üstüne biraz yazmak gerekir.
Haşim Kılıç diyor ki “Bildiğiniz gibi 2010’daki Anayasa değişikliğiyle HSYK’da (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) bir seçim sistemi öngörüldü. HSYK’nın son yapılan seçimde biraz daha ÇOĞULCU yapı oluşturması sevindirici ancak bu seçimin geride bıraktığı enkazı değerlendirince yargının ne kadar zor durumda olduğunun altını çizmeden geçemeyeceğim.”
Ve devam ediyor “En ücra köşede hakimin, savcının hangi siyasi görüşe yakın olduğunu bütün vatandaşlar biliyor. Böyle bir yargıyla davam edemeyiz. Bunun nedeni de açıkça söylüyorum yargıdaki seçimlerdir. Yargıdaki seçimler yargıyı çürütmektedir. Yeni bir anlayışla bu sistem revize edilmeli. Aksi takdirde kırgınlık, siyasi çekişme devam edecektir.”
Açıklamanın bu kısmını ikiye bölerek sizlere aktarmamın sebebi şu; bu açıklamada kavramsal bir çelişki var ve bu çelişki halkın giderek alıştığı ve normal karşılamaya başladığı bir çelişki. Bunun hukuk adına, uçurumun kenarına çıkışı işaret eden, yanlış yerleştirilmiş bir yön tabelası olduğunu düşünüyorum.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, başta siyasal iktidara karşı olmak üzere tüm siyasi düşüncelere ve inanç gruplarına karşı bağımsız olması ve ayrıca mesleğin icrası aşamasında mutlak bir tarafsızlık içerisinde soyut normları somut olaylara uygulayarak gerçekleştirdiği yargılama faaliyeti sonucu adil bir koruma sağlaması beklenen hakimlerin ve yine siyasetten tam bağımsız olarak görevlerini yerine getirmesini beklediğimiz savcıların yüksek kuruludur. 6087 sayılı HSYK Kanunun 4. Maddesinde Kurulun görevleri tek tek sayılmıştır. Bunlar içerisinde hakimler ve savcılarla ilgili olarak atama ve nakil, mesleğe kabul, her türlü yükselme ve birinci sınıfa ayırma, görevden ayırma, disiplin cezası verme gibi hakimlik ve savcılık mesleğini icra edenlerin, amiyane tabirle, kaderlerini ilgilendiren kararları veren bir kuruldan bahsediyoruz. Bununla birlikte Anayasanın 159. Maddesinde de görev alanı ve yapısı belirlenerek önemini anayasal düzeyde gösteren bir kurul söz konusu. Anayasanın 159. Maddesinde Kurulun, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre kurulup görev yapacağı belirtilmektedir. Hakimlik teminatları, hakimlerin görevlerini bağımsız ve tarafsız olarak görevlerini icra edebilmeleri için Anayasa tarafından hakimlere tanınmış olan bir takım korumalar olarak açıklanabilir. Bu korumaların birincil amacı elbette ki hakimi yürütme organının girişimlerine, bir diğer deyişle siyasal iktidarın ‘milli irade’ kisvesi altında hakimler üzerinde baskı kurarak kararlarına ideolojik yön vermeye çalışmasını engellemektir. Bu yolda herhangi bir tehdit unsurunu barındırmamak ve bunlara karşı koruma sağlamak düşüncesiyle Anayasa koyucu tarafından bu teminatlar getirilmiştir. Özellikle coğrafi teminatın hakimlere tanınmamasının bir günde yüzlerce hakimin ve savcının görev yerinin değiştirildiği son günlerde hukuk güvenliği açısından nasıl sorunlar yarattığı ortadır.
Hukuki öngörülebilirlik dediğimiz, aynı soyut normların benzer somut olaylara uygulanması sonucu farklı sonuçların ortaya çıkmaması gerektiğini ifade eden bir kavramdan artık bahsedemiyoruz. Öngörülebilirliğin, bir diğer deyişle iç karar uyumunun olmadığı bir yerde hukuk güvenliğinin olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Tüm bunlar elbette ki kavramsal tartışmalardır ve acilen yapılması gerekmektedir. Öte yandan, yukarıda açıkladığım üzere HSYK gibi bağımsızlığı hukuk güvenliği açısından yaşamsal bir öneme sahip olan bir kurulun ÇOĞULCU yapısının sevindirici olduğunu savunan bir yüksek mahkeme başkanı ile karşı karşıyayız. Bu cümle üzgünüm ama zihnime itinayla umutsuzluk aşılamaktadır.
Çoğulculuk, tanımına gelmeden önce, siyasi bir kavramdır. Çoğunluğun hakimiyetinin yanı sıra azınlık görüşünün de varlığının bir anlamı olmasını sağlayan siyasal bir sistemi öngörür çoğulcu demokrasi. Daha basit anlatımla, ideal olarak her siyasi düşüncenin her inanç grubunun temsil edilebildiği bir sistemden bahsediyoruz. Baştan aşağı siyasal temeli olan çoğulcu kavramını HSYK gibi bağımsızlığın teminatı olması gereken kuruma yerleştirmenin sevindirici olduğunu savunmak da nedir? Bir yüksek mahkeme başkanı böyle bir kavramsal hatayı nasıl yapabilir?
Açıklamanın devamına baktığımızda aslında yargıdaki seçimlerin yargıyı çürüttüğünü söyleyerek bu ifadesini de kendi içinde yanlışlamaktadır Haşim Kılıç. Çok doğru! Seçim usulü kendi içinde bir arz-talep ilişkisini barındırır. Talepler vardır, bu taleplere yönelik vaatler verilir, ikna edici bulunan vaatler karşılığında da bir adet koltuk verilir (son zamanlarda bu koltuğun ikiye üçe çıktığı olmuştur). HSYK’ya üye seçiminde nasıl bir vaat verilebilir? Atamlar üzerinden bir vaat mi? Yoksa mesleğe kabul aşamasında gözetilecek siyasal görüşe yönelik bir vaat mi? Diyelim ki verildi. Seçildikten sonra seçmene karşı bu vaatlere ilişkin bir sorumluluk doğmaz mı? Vaat edilmese bile herhangi bir unsurun seçimi halinde seçmenin taleplerini yok sayması mümkün müdür? Haşim Kılıç’ın bahsettiği gibi bağımsızlık ve tarafsızlık bu noktada çökmüştür zaten- öte yandan atama usulünün de ne kadar doğru olduğunu tartışmak gerekir, sistemin bu noktada bir çıkmazı olduğunu düşünüyorum fakat bunu başka yazıda ele alalım. Ancak doğru bir önermeye giden yolda bir yüksek mahkeme başkanının ‘çoğulcu’ ifadesini HSYK için kullanması daha da umutsuzdur kanımca. Bir yanlışa dikkat çekerek düzeltilmesi için önemli bir figür olabilirdi kendisi. Sorun şu: Bir yanlışı düzeltirken kavramı anlamamışsak bir başka yanlışa sürüklenmemiz kuvvetle muhtemeldir.
Kavramlardan uzaklaştıkça temellendirme yapmamız güçleşir. Kavramsal tartışma ilk ve en gerekli olandır. Aksi takdirde, yama sistemler oluşturmak kaçınılmazdır. Hukuk, bugün bir takım tutma yarışına sahne olmaktadır. Halbuki hiç olmaması gereken bir alan iken. Kanunlar yapılırken siyaset hukukun içindedir. Kanunlar yapıldıktan sonra siyasetin bir fonksiyonu kalmaz. Biliyorum çoğulculuk oldukça popüler bir kavram ve yerli yersiz kullanan herkese entelektüel bir hava katıyor sohbet arasında. Muhabbetinize limon sıkmak gibi olmasın ama doğru bir şeyler söylerken bile yanlış yapmayı becerebilecek kadar kavramlardan uzak olmak bir yozlaşmışlık göstergesidir.