Gönenç Gürkaynak 1997 Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Harvard Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesini alan Gürkaynak İstanbul, New York ve İngiliz baroları üyesidir. Bilkent Üniversitesi Hukuk fakültesinde de ders veren ve Twitter’ın Türkiye avukatlığını yapan Gürkaynak ile İstanbul’da ELIG’de gerçekleştirdiğimiz röportajı aktarıyorum.

Bilgin: Öncelikle gündem gereği İstanbul ve Ankara patlamalarıyla ilgili konuşalım isterseniz. Bu konuyla ilgili aklıma iki soru geliyor. İlki IŞİD’in bu kadar etkin ve rahatlıkla turistlerin ortasında ya da bir mitingin başlama ve toplanma noktasında 110 kişinin ölümüne sebebiyet verecek şekilde canlı bomba koyması hakkında ne düşünüyorsunuz? İkincisi de bu patlamalardan sonra yapılan açıklamalardaki devlet dili hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum.

Gürkaynak: Birincisi, güvenlikle ilgili olarak devlet üzerine düşen görevi yapıyor mu yapmıyor mu konusunu tartışmak hep çok güç bu tür olaylarda. Çünkü canlı bomba kullanıldığı zaman şu cümleyi söylemek icap ediyor: Bir kişi kendini öldürmeye hazırsa, o kişiye karşı bütün bir memleketi müdafaa etmek çok güç. Elbette, Sultanahmet’te bir patlama olduğu zaman “Efendim turistlerin en yoğun olduğu yer Sultanahmet, bari orayı korusaydınız.”lı, “bari”li cümleler kurmak kolay. Ama bir avazda elli tane yer söyleyebiliriz ki, her biri diğerinden daha turistik, daha kıymetli ve adam da kendini öldürmeye hazır.[pullquote_right]Her patlamada “Devlet görevini yerine getiremedi” demek her zaman doğru olmayabilir.[/pullquote_right] Dolayısıyla, sınırdan giren adamın haddi hesabı yokken, birilerinin yurtta bu Kamikaze faaliyetini göstermesini engelleyememekte ne ölçüde iç güvenlik çabası yetersizliğinden bahsedebiliriz, bunun hakikaten oturup samimi analizini yapmak lazım. Her patlamada “Devlet görevini yerine getiremedi” demek her zaman doğru olmayabilir. Öte yandan bir devletin ana ödevi ve vücuda getiriliş sebebi de güvenliği sağlamaktır. “Niye varsın?”, “Seni kim neden icat etti?” cümlesinin cevabı bu. Sosyal sözleşmede toplumun ilk tahsil edeceği alacak bu. Düzeni, güveni ve insanların huzurunu sağlayacaktın. Dolayısıyla, eğer istikrarlı bir şekilde böyle bir güvenlik problemi doğuyorsa, o zaman oturup düşünmek ve “İdarenin en ufak bir eksiği yok mu yani?” analizine de girmek lazım. Yani herkes kendine çuvaldızı batırmalı. Vatandaş çok fazla ve iştahla her patlamada “Devlet işini yapmıyor, nerede bu devlet” derse bunun da realitesi yok, devlet kendine güven içerisinde “Efendim, canlı bomba, ne yapalım yani, dünyanın her yerinde oluyor, Fransa’da da olmadı mı sanki?” yollarına saparsa, o zaman da insanların kalbindeki terör korkusunu besleyen bir döngü ortaya çıkabilir. Bu noktada çok daha önemli bir konu var, tartışılması gereken: “Neden bir memleket canlı bombaların talim sahasına döner?”, buna bakmak lazım. Bu “sahada anlık güvenliği sağlama” tartışmasından daha kaliteli ve farklı bir tartışma. Bu tartışmaya girdiğiniz zaman neden IŞİD’le ilgili net bir cephe en baştan açılmadı ve neden net bir dil kullanılmıyor diye bir tartışmaya girilebilir. Bir başkası diyebilir ki “Net bir dil kullanılsaydı ne olurdu? Fransa IŞİD’le ilgili net bir dil kullanmadı mı? İşte Fransa’da da oldu”. Ama işte bu noktada halkların başa gelen bu müsibetleri sineye çekiş biçimlerinde fark olabilir. Fransa’da IŞİD’in bir terör örgütü olduğunu ilk andan söylediğin ve ondan sonra -hatta bu örgüte DEAŞ diyelim, DAİŞ diyelim, bunu İslam’a mal etmeyelim, bu insanlara İslam hüviyeti verme zevkini tattırmayalım gibi sert söylemlerin de ilk sahibi Fransa’dır ve dünyaya da buradan yayılmıştır- bu şekilde cepheye yürüdüğünüzde ve bedel ödediğinizde halk dönüp diyebilecektir ki, “Bir dakika, bu bizim özgürlüğümüzle alakalı bir şeydir, biz bir savaşın içerisindeyiz ve bu cepheyi biz açtık”. Ama ne yaptığın çok belli değilse, şeffaflığın çok düşükse, kiminle ne iş tutuyorsun, ne zaman ve nasıl hangi ilişkiler içerisindesin, bazen IŞİD’e bir değer atfedermişsin gibi söylemler içerisine giriyor, sonu belirsiz stratejik yaklaşım üretiyor ve sonradan da dönüp çok sert söylemler içerisine giriyorsan, bazen güçlü retoriğini takip etmeyen eylemler bazen de eylemini takip etmeyen retorik kullanımı içerisinde isen; bu şartlar altında vatandaş o bedeli öderken başkasının o bedeli öderken olduğu sükûnet içinde olamayabilir. Daha sorgulayıcı hale gelebilir ve bunu yapmakta haklı olabilir.[pullquote_left]İnsanlar sınırın öbür tarafında ölüyordu. “Bırakın ölsün.” diyecek halimiz yoktu, dolayısıyla içeriye buyur ettik.[/pullquote_left]Burada “Acaba Türkiye özelinde bir ikilemde kaldığımız ve baştan net saf tutmadığımız için mi bu bedeli ödüyoruz?” tartışılabilir. O zaman da yine idareye bir an daha sakin bakmak gerekecektir. Zira, baktığımız, çok karmaşık bir konu. İnsanlar sınırın öbür tarafında ölüyordu. “Bırakın ölsün.” diyecek halimiz yoktu, dolayısıyla içeriye buyur ettik. Öte yandan, sınırlarını mühürleyemeyen bir devlet artık içeride neyin gezdiğini bilemeyecek konuma düşüyor. Mağduru içeri aldığın gibi, mağduru kovalayan zalimi de buyur etmiş olabiliyorsun. Kim bu kısa süre zarfında 2.2 milyon insanı, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan onca insanı, alıp da bunların arasında toplumu zehirleyecek çılgınlar olmadığını garanti edebilir ki? “Biz de bir kumar oynadık, zar attık, yapacak bir şey yoktu, kapıları açtık ve daldılar içeriye, şimdi de içeride bu dinamiklerle uğraşıyoruz. ‘Kapıda bıraksaydınız ve ölseydi’ mi diyorsunuz?” diyebilir, idare. Buna karşın vatandaşın söylemi de “Suriye bu şekilde karışırken, siz zaten dış politikayı da doğru oynamadınız.” olabilir. “Dış politikayı oynarken de retoriğiniz fazla sert gitti, Esad rejimine hemen yarın yıkılacakmışçasına yüklendiniz. Retoriğinizin sertliğiyle mukayese edildiğinde, arkasına hiç güç koyamadınız. Çok fazla ve dış politikada pek görmediğimiz ölçüde, sert retorik kullandınız. Halbuki İngiltere’nin ve Amerika’nın bu retoriğin gereklerini desteklemeyeceği, Esad’ın paldır küldür aşağı indirmeyeceği görülebilir bir şey olduğu gibi Rusya’nın da evvel ezel orada menfaatlerinin olduğu ve Rusya’nın da buna elvermeyeceği görülebilir bir şeydi. Ve bir komşunla bu derece kötü olursan ve vurduğun yerden ses getiremeyip adamı deviremezsen şu vaziyete düşeceğin de belliydi” diyebilir vatandaş. Buna karşı idare, “Ben başka retorik kullansaydım sanki farklı mı olacaktı? Öyle ya da böyle adam zaten vatandaşına zulmediyordu ve onlar nasılsa buraya yığılacaktı, bizim bugünkü güvenlik riskimizin sebebi benim kullandığım retorik değil, o bir dış politika hamlesi olarak yanlış olmuş olabilir ama buradaki güvenlik vakumunu yaratan şey benim retoriğim olmadı, o güvenlik vakumu kaçınılmaz olarak başımıza gelen bir şey ve biz bu gelişmelere engel olacak kadar o bölgenin içinde olamazdık” diyebilir. Bu noktadan, 1 Mart 2003 tezkeresine ve ötesine uzanan analizlere yürünebilir. Birisi “tezkere geçseydi o bölgede olup bitenlerin sujesi değil sürücü koltuğunda oturanı olabilirdik” diyebilir. Diğeri “Tezkere o tarihte geçmiş olsaydı 2003 ile 2009 arasındaki kuvvetli iktisadi uçuşumuza güle güle demiş olurduk. O dönemde reformist davranan bir hükümet savaş hükümetine indirgenmiş olurdu ve bir daha da o momentumu hiç bulamazdı” diyebilir. Dikkat ederseniz, bunları konuşurken çok kompleks, çok iç içe geçmiş ve birbirinden çok farklı konuları barındıran bir meseleler ağına bakıyoruz. Böyle bir yapıya baktığımız zaman da kolay sloganlarla hareket etmek çok yanlış oluyor. Akademik formasyonu olan insanlar, üniversite eğitimi alan insanlar, konuları çok boyutlu değerlendirme eğitimi alan insanlar, “Bu meselenin tek sorumlusu şudur” gibi cümlelere hep şüpheyle yaklaşılması öğretilen insanlar, bu meselelere baktıkları zaman bir karmaşa içine girmelidirler. Bu benim verdiğim, birinci sorunuzla ilgili karmaşık cevap.

[quote]Bir meseleyi kınarken ‘ama’landırmak, bir meseleyi kınarken başka şeylerle paçallandırmak, akademisyenlerin bir bölümünün karanlık insanlar olup onların aydın olmadığına hükmetmek, sorundur.[/quote]

Olaylar olduktan sonraki söylemi soracak olursanız, orada çok fazla artık kompleks bir analiz yürütmeye gerek yok. Söylem zayıfsa, zayıftır. Olay olduktan sonraki kınama dili uygun değilse, değildir. Bir meseleyi kınarken ‘ama’landırmak, bir meseleyi kınarken başka şeylerle paçallandırmak, akademisyenlerin bir bölümünün karanlık insanlar olup onların aydın olmadığına hükmetmek, sorundur. Ben bildirinin içeriğini beğenmedim. Öte yandan, bildiri veren akademisyenlere yapılan muameleyi hepten kabul edilemez buldum. Bildirinin içeriğini beğenmeyen benim gibi insanlar bildiriyi eleştirebilirler. Ancak bildirici kişilere saldırılması, onların etiketlenmesi, demokrasinin gereği olan eleştiri değildir. Bu, apaçık baskıdır. Buna yol açacak söylemlerin devletin en üst kademesine yakışıp yakışmadığı ayrıca tartışılmalıdır. Şu anda böylesine akut, toplumun kanadığı  ve bu kadar canının yandığı bir anda ağrıya acı bindirmek, bir de bunu şahıslara yöneltilmiş negatif enerjiyle tüm toplumun üzerine basmak doğru tercih olamaz. Siyaseten doğru olabilir. Belki iyi sonuç veriyordur. Belki gerginliklerin, kutuplaşmaların, merkezdeki partiye yarayabildiği bu istisnai memlekette gerginlik vesileleri hiç kaçırılmayacaktır. Öte yandan, bunun toplumun ruhu için doğru olamayacağı, bütün bunların hasadının neye benzediği, artık hepimizin bildiği, bazılarımızın görmemeyi tercih ettiği şeylerdir. “Bu yaptığını yapma, kutuplaştırma, germe, bir yara sarmayı bilelim, bir tebessüm etmeyi bilelim, bir ortak sevgi bağını inşa etmeye çalışmayı bilelim, toplumun ruhunu onarmayı bilelim, habire gerginlik habire o öyle bu böyle yaptı şikayetlenmesi, mütemadiyen negatiflik yaramıyor.” denilemedikçe, bu tavırdan beslenmek imkanı ve adeti olanlar bu yolda yürüyeceklerdir. O şartlar altında, gerginliklerin ta kendisine tepki gösteren olmadıkça, daha farklı bir tavır beklemenin de doğru olmadığı, bunlara şaşırmanın çocukluk olduğu da belli oluyor.gg

Bilgin: Buradan aslında okulumuzdaki Liberal İktisat Kongresi’nde yaptığınız konuşmada gençlikten umutlu olduğunuzu ve gençliğin bir yerlere gelip aynı zamanda da getireceğinizi söylediğinizde aklıma gelen soruyu sorabilirim: basının üstünde bile bu denli baskı varken, Gezi’de penguen; dün de Sultanahmet’te 10 kişi ölmüşken Sedat Peker’in ya da Sayın Cumhurbaşkanımızın konuşmalarıyla ilgili yayın yapan bir basın varken, ifade özgürlüğü bu denli kısıtlanmışken, ben bir öğrenci olarak ne yapabilirim?

Gürkaynak: Yanabilirsiniz bir kere. Bu bir opsiyondur. Hemen bu olmayacakmış ve olmamalıymış gibi davranmamak lazım. Anneniz babanız “Bu ne biçim hocaymış böyle şey söylenir miymiş?” diyebilir ama, bazen baskı o vaziyetlere gelebilir ki, elde avuçta onurla dik durmaktan ve yanıvermekten başka bir opsiyon kalmayabilir. Onurla dik durduğunuz ölçüde de, onurla dik duran siz olduğunuz için, mütemadiyen sizin başınıza baskı patlıyor olabilir. “Ee, neye yaradı ki bu?” derseniz, bu, çelişkilerin derinleşmesine yol açtığı ölçüde çözümü de yaklaştıracak bir minik arpa boyu adım alınmasına yol açabilir. Ama bunu tabi yetiştirdiğimiz öğrencilere, gencecik şu anda gözünün içine bakmakta olduğum pırıl pırıl insanlara bir yöntem olarak tavsiye edemeyiz. Yani “Dik durmak adına dik durun, başka dik duran var mı yok mu bakmayın bile.” dediğimiz ölçüde belki öğrenci orada büyük bir yalnızlık içinde çok büyük bir çile dolduracak noktaya gelebilir. Bu da bizim öğrenciye sevgimizle bağdaşmayacak sorunlara yol açar. Öte yandan bunu bir yılgınlık meselesi haline getirip “Yapacak hiçbir şey yok” noktasına gidilirse o da bence ciddi hataları barındırır. Çünkü yapacak bir şey her zaman vardır. Mutsuz olduğunuz şeylerle ilgili olarak düşünce üretmek, elden gelen çabayı vermek mümkün. Bunlar yapıldığı ölçüde de Türkiye’de hala bunların platformları var. Daralıyor bu platformlar, sıkıntı altındalar, rahatsızlık yaratırlarsa bir anda atak altında kalabiliyorlar, ama var. Basın özgürlüğü konusundaki geriye gidişi, ifade özgürlüğü konusundaki geriye gidişi şahsi çabalarınızla tersine çeviremezsiniz. Kimse çeviremez; bu alanda büyük görünürlüğü olan benim gibi bir figür de çeviremez, benim gibi görünürlüğü olan 50 kişinin toplam görünürlüğüne sahip görünürlüğü olan bir kişi de olsa bunu yapamaz. Çünkü bunun talebinin toplumdan geliyor olması gerekir. Toplumun böyle bir talebi şu anda yok. Yani, şu anda hukuk ve demokrasi konularının büyük resimde toplumu en rahatsız eden meseleler olmadığını bilerek bakmamız gerekir.

[quote]Şu iki cümle bir arada yaşayabiliyor Türkiye’de ve ikisi de doğru olabiliyor: “Toplumun hukuka güveninin bu kadar az olduğu bir dönem hiç olmadı” ve “Hukukun bu problemli hali, toplumun aşağı yukarı dokuz ila onuncu sıradaki meselesi olarak algılanmaktadır toplumda”.[/quote]

Şu iki cümle bir arada yaşayabiliyor Türkiye’de ve ikisi de doğru olabiliyor: “Toplumun hukuka güveninin bu kadar az olduğu bir dönem hiç olmadı” ve “Hukukun bu problemli hali, toplumun aşağı yukarı dokuz ila onuncu sıradaki meselesi olarak algılanmaktadır toplumda”. İlk ona zor girer bu meseleler. Şimdi bunların ikisi de doğru. Bu, toplumun bu durumu çok büyük bir mesele haline getirmediğinin göstergesidir. İpsos araştırma sonuçlarına bakın, örneğin. Seçim dönemi esnasında araştırma yapmışlar. Şunu söylemeye çalışıyor İpsos verileri: Terör seçim döneminde birdenbire öyle bir mesele halini aldı ki ekonomik problemi bile toplumun sorun algısında aşağı kademeye itti. Birdenbire ortada beş-sekiz puan olan terör elli dörtlere falan fırladı ve tam da yeniden seçim dönemine denk geldi bu. O sırada ekonomi bir numaradayken iki numaraya geriledi. Terör problemi mevcut iktidara yararken, ekonomi problemi mevcut iktidara yaramamaktaydı, diye düşünenler de buna bağlı yorumlar yapıyorlar. Bir tek bizim gibi gariban hukukçular şu tarafına dertleniyorlar mütemadiyen o verilerin: O listenin seçim öncesinde de, esnasında da, seçim sonrasında da yerlerde sürünen, önceliklendirilmeyen, başlıkları, daima, demokrasi ve hukuk. Hep böyle. O değişmiyor. Terör ekonomiden bir ısırık alıyor, o birinci sıraya geliyor, sonra ekonomi zirveye gidiyor ama emin olabilirsiniz ki en dipte hep demokrasi ve hukuk meseleleri var. Yani insanlar terörle hukuk ve demokrasi arasındaki, ekonomik kalkınma ile demokrasi ve hukuk arasındaki bağlantıyı iyi kurmuyorlar. Bu, benim Twitter hesabımda da dillendirdiğim bir şeydi: Nasıl terör problemin olup da demokrasi problemin, demokrasi problemin olup da ekonomi problemin olmayabilir? Bunların hepsi birbirine bağlı. Ne kadar demokratikleşiyorsan ve özgürleşiyorsan, iktisadi hayatında o kadar performans göstermen, refaha yürüyebilmen ve yenilikçi düşünce besleyebilmen gerekir. Aynı şekilde ne kadar demokrasiye yol verebiliyorsan, o kadar şiddeti dışlayan bir zemine de gitme şansı bulacağın beklenir. Tamam, elbette bunun belli bölümleri naif bağlantılar olabilir. “Ne yani, terörist sokakta insanları öldürürken, biz burada demokrasi vanaları mı açalım?” diyen insanla oturup tartışılacak çok mesele vardır. Ama evet, tabi demokrasi vanalarını açın, bir yandan da. Bunu açmadığın zaman çözüme yürüyebileceğine inanan varsa, “Sahada silahla alacağız biz bu çözümü.” diye inanan varsa, maç sonucu tutar gibi “Onlardan şu kadar gitti, bizden bu kadar gitti.” diyerek haber dinleme adeti geliştirmiş kuşaklar içerisindeki yerini alır.[pullquote_right]Meselelerimizi; kucaklayıcı olmak, ortak sevgi bağını inşa etmek, toplumsal ruhu inşa etmek, insanların emek ve enerjilerini akıtabilecekleri kanallar vermek, denge mekanizmaları kurmak, sivil topluma yüklenmek ve özgürleştirmek suretiyle giderebiliriz.[/pullquote_right]Sizler de büyüdünüz artık, şimdi sıra sizin çocuklarınıza gelecek. Bir jenerasyon radyoda dinliyordu, bir jenerasyon televizyonda bu haberleri dinledi, siz internetten takip ettiniz, sizin çocuklar neyden takip edecek kim bilir. Ama değişmeyen tek şey var: Şiddet. Meselelerimizi; kucaklayıcı olmak, ortak sevgi bağını inşa etmek, toplumsal ruhu inşa etmek, insanların emek ve enerjilerini akıtabilecekleri kanallar vermek, denge mekanizmaları kurmak, sivil topluma yüklenmek ve özgürleştirmek suretiyle giderebiliriz. Şu anda bunları hiç tartışmaz haldeyiz. Bunu tamamen askıya alır vaziyetteyiz. O yönden, toparlayacak olursak, burada bizim önemli meselelerimizden bir tanesi demokrasi ve hukuk anlamındaki konunun, ifade hürriyeti anlamındaki konunun ve basın hürriyeti anlamındaki konunun sokaktaki vatandaşın gündeminde olmasının sağlanması.

gg1Toplumun çoğunluğu ifade özgürlüğüne baktığı zaman, “Valla benim ifade özgürlüğüm var, teşekkür ederim, evde hanımla her şeyi tartışıyoruz.” noktasında olduğunda, kurulması gereken bağlantılar var. Bunun için de “eğitim” lazım. Ama nasıl bir eğitim? Eğme kökünden gelen bir eğitim değil. Dik durmayı öğretme kendini bulmayı sağlama anlamında bir eğitim. “İfade özgürlüğü sadece o değildir. Mesela bir olay olduğunda yeterli şeffaflıkla bunun tam olarak ne olduğunu görebiliyor musun, tartışırken elinde bütün verilerin olduğunu hissediyor musun, içerikli biçimde bunu tartışıp oy kullanabiliyor musun; yoksa, hep sana belli yönlere doğru tokatlanmış veriler, belli şekilde manipüle edilmiş bilgiler mi akıyor? Bütün basın kaynakların bir yöne yahut diğer yöne doğru kamplaşmış mı?” sorusunu soran, tartıştıran bir eğitim. Bunun doğrusu hakikaten yok. Çünkü hükümeti destekleyen basın kampına dil uzatan da, diğer muhalif basın kampına baktığı zaman onun da artık belli bir başka kampın güdümünde yahut diğerinin nefretiyle kasılıp kavrularak, her şeyi o süzgeçten geçirip ona göre pompaladığını görüyor. Peki, bu vatandaş objektif bilgiyi nasıl alacak? Bu tabi işte ifade özgürlüğünün olduğu ve bilginin şeffaf biçimde aktığı bir dünyanın talebinin vatandaştan gelmesi halinde mümkün. O talep vatandaştan gelmediği müddetçe insanların aslında bunu biraz daha jakoben, tepeden bakan, üstenci biçimde “Bu bir değerdir, toplum bunu talep etmelidir, neden etmiyorsunuz, ne biçim toplumsunuz” gibi topluma kızan, topluma sırt dönen hallere girdiğini görüyoruz. Halbuki her toplumun kendine göre bir evrim süreci var ve belli şeyleri sindirmeden ve yerine oturtmadan bunun doğal talebi doğmadan yeni konulara ilerlemek mümkün olamıyor.

Röportajın devamı bir sonraki yazımda yayınlanacaktır.

Özgeçmiş için bkz. 

http://www.uianet.org/sites/default/files/safe_uploads/clients/34761/documents/GURKAYNAK,%20Gonenc%20-%20CV.pdf

Fotoğraflar:

http://d.grihat.com.tr/news/26784.jpg

http://www.dunya.com/ekonomi/ekonomik-meslek-kuruluslari/twitterin-turkiye-avukati-dunyaya-konustu-258362h.htm

Leave a Reply

1 comment

  1. İrem Abul

    Galiba bu okuduğum ilk yazın Sena. Çok doğru ve kapsamlı soruları, çok doğru insana sormuşsunuz. Tebrik ederim. Paylaşılması, dikkatlice okunması ve okutulması gereken bir röportaj. İkinci kısmının en kısa zamanda yayınlanmasını bekliyoruz.