Sansür Latince kökenli bir kelime olan “cencere”den türemiştir. Anlamı ise hüküm vermektir. Sansür insanlık tarihi boyunca şu veya bu şekilde varlığını sürdürerek günümüze kadar ulaşmış bir kontrol aracıdır. İnsanların kişisel hak ve özgürlüklerinin bilincine vardığı yeni toplumlarda sansür bir baskı aracı olarak kullanılmaya devam etmiştir.
Sansürün kısa tarihine bakılacak olursa, M.Ö. 213’te eski Çin İmparatoru Chi Huang Di bilimsel metinler dışındaki tüm metinlerin yakılmasını emrederek olası bir siyasi değişim ve farklı görüşlerin yayılma durumunun önüne geçmiştir. Çin İmparatoru’nun mevcut durumunu koruma isteği, toplumun bilinçlenmesi, yeni tartışma ve sorgulama süreçleriyle darbe alabileceği korkusuyla bugün dahi kolaylıkla anlaşılabilecek bir durumdur. Bunun yanı sıra verilebilecek bir diğer örnek ise, Roma’da başlarda yalnızca vergi toplamaları için görevlendirilen sansürcüler daha sonraları devletin güvenliğini tehlikeye sokabilecek tüm yayınları yasaklama yetkisine sahip olmuştur. Hıristiyanlık’ta görebileceğimiz en net örnek Katolik Kilisesi‘ne ait uzun yıllar varlığını sürdüren yasaklı yayın listeleridir. Devlet, din ya da egemen ideolojinin korunması için uygulanan baskı ve sansür matbaanın da yayılmasıyla kurumsallaşmıştır. Osmanlı’da sansür alanında ilk resmi uygulama 1864’te çıkarılan Matbuat Nizamnamesi (basın tüzüğü) ile başlamıştır. Bu tüzükle yayınlanan tüm gazete ve dergiler izne bağlamıştır. Gerekli durumlarda hükûmete kapatma izni dahi verilmiştir.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Şex (Şeyh) Said isyanının hemen ardından Takrir-i Sükûn kanunuyla basın denetim altına alınmıştır. Uzun yıllar tüm yayınların baskı ve kontrol altında yayınlanması halkı rahatsız etmiş olacak ki 1961 Anayasası’yla devlet basına sansür uygulanamayacağı gerçeğini daha fazla inkar edemeyecek konuma getirilmiştir. 1961 Anayasası’yla ‘güvence’ altına alınan basın özgürlüğü ne yazık ki sıkıyönetim dönemlerinde tekrar tekrar yok sayılmıştır. Birçok gazeteci ve yazarın tutuklandığı ve gazetelerin kapatıldığı antidemokratik bir dönem yaşanmıştır. Devlet 1982 Anayasası’nda ‘bazı istisnai durumlar’da sansürün uygulanabileceğini söyleyerek yapılan veya yapılabilecek baskıları önceden ilan etmiştir.
Sansür birçok alanda uygulanabilen bir baskı aracıdır. En yoğun olarak gördüğümüz alan ise medyadır. Devletlerin birçoğunda olduğu gibi Türkiye tarihi boyunca toplumsal sorunların en çok baş gösterdiği dönemlerde medya sansürün hedefi haline gelmiştir. Bununla beraber iktidarlar kendi devamlılıkları ve güvenliklerini korumak için çeşitli kanun ve yönetmelikler çıkartarak medya organlarını kısıtlamaya çalışmıştır. Günümüzde basın, egemen ideolojinin, devletin ya da dinin baskısı altında sansür tehdidiyle sürekli olarak mücadele etmek zorunda bırakılmıştır. Bu baskı o kadar gözle görülür bir hal almıştır ki, baskı unsurları kadar sansürden pay alamayacak olan tüm unsurlar dahi sansürün meşrulaştırılması için çaba sarf eder hale gelmiştir. Baskının ve sansürün en alt seviyede olması gereken üniversitelerde “öğrenci gazeteleri”nin bile kendini beklenmedik bir şekilde kısıtlıyor, kendi içinde sansür mekanizmaları oluşturuyor oluşu özgür bilim ve özgür üniversite kavramlarını yeniden sorgulamamıza neden oluyor.
Toplumun hak ve özgürlüklerinin bilincine vardığı bu günlerde, demokratik bir ortamda tüm öğrencilerin kendini özgürce ifade edebilecekleri bir ortam olması gereken üniversite gazeteleri devletin köklü sansür politikalarının oyun sahnesi halini almıştır. Tüm faşist ideolojiler gibi sansür de tarih boyunca uygulanagelmiş ve yanlışlığından şüphe dahi edilmeyecek bir olgudur. Herhangi bir şekilde uygulanan bu politika çeşitli bahanelerle savuşturulmaya çalışıldığı ölçüde daha da içinden çıkılmaz çirkin bir hal alır. İfade özgürlüğünün bir çıkmaza sürüklenmesi herkes için antidemokratik bir zemin oluştururken, bu sürecin taşeronluğunu yapan her unsur, demokrasinin temel ilkelerini ihlal etmiş olacaktır.