Siyasi tarihe olan ilgimin bilhassa Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüm noktalarından biri olan 1946 dönemine odaklanmasıyla beraber bu tarihlerde politikada etkili olmuş insanların aileleriyle röpörtajlar yapmaya karar verdim.
1946 deyince akla gelen ilk isimlerden biri Adnan Menderes oluyor haliyle. Ben de merhum Başbakanımız sayın Adnan Menderesin oğlu Aydın Menderes Bey ile ilk röportajımı yapmak üzere randevumu alıp yola koyuluyorum. Başta yön bulma kabiliyetimin zayıflığı nedeniyle adresi bulmakta biraz zorlansam da sonunda Aydın Menderes Beyin eşini evlerinin kapısında bizi beklerken gördüğümde bir zafer kazanmışcasına giriyorum içeri.
Salonun ortasına yerleştirilmiş büyük fotoğrafta rahmetli Adnan Menderes’in o unutulmayan güleç yüzü karşılıyor beni ilk olarak.
Aydın beyi beklerken bir yandan röpörtaj için son hazırlıklarımı tamamlıyorum. Demokrat Parti’nin kuruluşunda etkili olan nedenleri anlatmasını isteyeceğim kendisinden.
Evet Aydın Bey de geldi.
Dilerseniz şimdi koltuklarımıza yaslanıp sorumuzun cevabını kendisinden dinleyelim.
– Demokrat partinin kuruluşuna etki eden faktörler nelerdi Aydın hocam ?
O dönemi iyi anlayabilmek için daha eskilere dönerek Serbest Fırka’nın kuruluşuna inmek lazım. 1930’lu yıllarda o günkü iktidara karşı Türkiye’de bir memnuniyetsizlik var. Çünkü öyle bir iktidar ki halktan alıyor ama halka vermiyor. Ve halkın alışkın olduğu yaşam tarzına uymayan bir çok yenilik başlıyor. Şapka giyin, fesi, sarığı çıkarın diyor. Şapka giydik tamam ama bu noktada halkın temel ihtiyaçları gözardı edildi. Yol ve su yok mesela. Bu nedenle 1930’da mevcut iktidara karşı genel bir memnuniyetsizlik var seçmende. Tabii tarihi kuru bir determinizm kalıbına dökmek doğru olmasa da bir çok şey tesadüf eseri sayılamazdı. İttihat Ve Terakki’den başlayarak siyasi hayattaki olaylar birike birike Türkiye’de demokrasinin alt yapısının, onun soft-ware’ının çok önemli bir şekilde oluştuğunu biliyoruz.
Bir an için Amasya Tamimine kadar gidelim. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” diyen Mustafa Kemal birinci meclisi feshedip 2. meclisin açılmasıyla, bu ilke unutulmuştur. Halbuki bu söz akıllara ve vicdanlara çakılmıştı. Çünkü bu cümle mana olarak aslında cumhuriyetin bir tarifi gibidir.. Atatürk o cümleyi söylerken demek ki o zaman bir millet vardı. 1938’den sonra millet kavramı bırakılmış, onun yerine ulus kavramı getirilmiştir. Yani cumhuriyet kurulduktan sonra birbirine lehimle bağlanmış tek bir millet olduğu varsayılmıştı. Fakat o zamanki toplumun 1,000 senedir hasıl olmuş farklılıkları vardı. Aralarında toplumun ortak unsurları da olsa, bu unsurlar çok hassas bir şekilde muhafaza edilememiştir ve bunun neticesinde herkes bir şeylerden şikayetçi olmaya başlamıştır.
– Halkta varolan farklılıklara gereken önemin verilmemiş olması önemli etkenlerden biri dedik. İkinci olarak o dönemde Anadolu’da maddi manevi bir çok sıkıntı yaşandığını biliyoruz. Bize biraz bunlardan bahseder misiniz?
Evet, Türkiye 1940’larda harple beraber artık bir daralma noktasındadır. Maddi manevi olarak halkta huzur yoktur. Örneğin 1940-41 yılında Aydın’da bırakın mısırdan ekmek yapmayı, insanlar mısırın süpürgeliklerini gıda olarak yemek zorunda kalmışlardır.
O zamanlar bizim oralarda sıtma hastalığı nedeniyle karnı şiş çocuklar vardı. Pek çok insan sıtma hastalığına yakalanırdı.(ki Menderes iktidarı başa geldiğinde bu hastalk 3 senede ortadan kaldırılmıştı) Ya da evlerde çeyiz sandığına çimento konulurdu ki evdeki testi kırılırsa yeniden yamansın. O zamana dek Türkiye’de 1 metre yüksek gerilim hattı yoktu. Ve su getirilen tek yer Ankara idi. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Manevi açıdan bakıldığında halk ezanı istediği dilde okuyamaz. Çocuklarına namaz surelerini dahi ezberlettiremez. İbadet edecekleri vakit bir gözcü koyarlardı ki köyün çevresini kolaçan etsin. Jandarma geldiğinde haber verirdi gözcü köylülere. Çünkü jandarma baskınları olurdu sık sık. Yakalandıklarında kitaplar toplanırdı. Dahası, camiler o dönemde kâh tütün deposu olarak kâh asker kışlası olarak kullanılmıştır. Yani camiiler kapatılmaktadır. Hoca-müftü atamaları zaten yapılmamaktadır.
Yani 1940 larda Türkiye’de bir ortaçağ manzarası vardı. Millet yurtdışına açılmamıştır ama dünyanın da farkındadır. Radyo, gazete ve köy kahvehanelerinde anlatılanlar insanları bilgilendirirdi.
Velhasıl, hürriyet yoktur. Halkın devletten bir şey isteme hürriyeti yoktur, “benim” deme hürriyeti yoktur. Halk hakkını aramak için devlet dairesine dahi gidemez. Hiçbir idare halkına karşı bu kadar katı olamazdı herhalde. Bir dönem “modern giyinmedikleri” gerekçesiyle insanların Ankara’da Kızılay’a alınmadığını biliyoruz.
Bu açıdan bakıldığında ekonomik, siyasi, manevi varlığı yok sayılmış bir toplum görürüz karşımızda. Herkes bu durumun farkındadır fakat kimse bırakın bir itirafı en ufak bir imada dahi bulunmamaktadır . Dahası, kimse bu gidişi değiştirme yolunda bir ümit vermemektedir millete. Sadece yurdun dört bir yanını demir ağlarla ördüğünü devamlı vurgulayan bir Onuncu Yıl Marşı vardır, o kadar.
-Peki bu döneme dek idarenin en büyük hatası neydi sizce ?
O günlerde öğretilmek istenenle halkın idraki arasında hiçbir bağlantı yoktur. Öncelikler yanlış idrak edilmiştir. Topluma matematik, fen öğretince köprü yapılabileceği varsayıldı. Köprünün demirle, harçla yapılacağı düşünülmedi. Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere 1946 demokratları aniden, şimşek çakar gibi oluşmamıştır. Halkın sesini duyurma isteğinin bir yansımasıydı onlar.
Not: Röportajın ikinci kısmı daha sonra yayınlanacaktır. Ayrıca merhum Aydın Menderes’in rahatsızlığı ellerine de sirayet ettiğinden ötürü, fotoğrafları bu şekilde yayınlamamız gerektiğine kanaat getirdik.