20 Temmuz günü Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde patlayan canlı bomba tam 32 hayata son verdi. Onlar gitti; kalanlar için de hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Yaşanan bu katliamın ardından Türkiye, sonunu hiçbir şekilde tahmin edemediğimiz bir sürece girdi.”Suruç’un intikamı” gerekçesiyle işlenen polis cinayetleri ile kendince hesap soran PKK, sınırımızda asker şehit eden IŞİD ve hak ettiği sıfatın PKK’ya geri verilmesiyle birlikte her iki terör örgütünü de karşısına alan Türkiye Cumhuriyeti. İşte bu üç köşenin oluşturduğu üçgenin tam ortasında ise Türkiyelileşme söylemleriyle Kandil arasında sıkışıp kalmış HDP bulunuyor. Özellikle geçtiğimiz 10 gün boyunca yaşananların ardından herkes neler olup biteceğini merakla beklerken gözler ister istemez Selahattin Demirtaş’a çevriliyor.
Radikal gazetesinde yayımlanan röportajında yine barış ve kardeşlik çağrıları yapmaya devam ediyor Demirtaş. Ancak bu sefer biraz da çaresizlik barındırıyor bu çağrılar. Ezgi Başaran’ın sorularına verdiği cevaplardan bir çıkmazın içerisinde olduğu anlaşılan HDP liderinin önümüzdeki günlerde yapacağı her açıklama, tarafını belirleyecek bir işaret olacak. PKK tarafından gerçekleştiriler saldırılarla ilgili sorulara gelince belli ki KCK’nın haftalar evvel bozduğu ateşkesi tek başına sürdürmeye gücünün yetmeyeceğinin farkında olan Demirtaş, Kandil’le yüzde yüz örtüşmek zorunda değiliz.” demekle yetiniyor. “Öldürülen polislerin kardeşleri kardeşimdir, çocukları çocuklarımdır.” diyen Selahattin Demirtaş’ın Doğu’da günlerdir yaşanan polis ve asker cinayetlerini savaş mantığı içerisinde tutarlı bulduğunu da aynı röportaj içerisinde belirtmesi HDP’nin terörle arasına halen bir mesafe koyamadığını bizlere gösteriyor. Sahi, Türkiyelileşmişlerdi hani?
PKK’nın askere yönelik saldırıları başlamadan önce IŞİD eliyle gerçekleştirildiği belirlenen Suruç saldırısının ardından ellerinde Abdullah Öcalan posterleriyle “teröre lanet” kampanyaları düzenleyen gençlerin yanısıra birçok HDP milletvekilinden de duyduk aynı isyanları. Ne gerekiyorsa yapılıp terör sona erdirilmeliydi. Heyhat, acaba kendilerinin de bir terör örgütüne sempati duyduklarının hatta alenen desteklediklerinin ne denli farkındaydılar? Ve devlet IŞİD’in yanında Kandil’i de bombaladığı zaman yükselecek miydi sesleri? Yükseldi. Hatta bu kez daha da yükseldi ve “Savaşa Hayır!” sloganları, silah tutan yahut tutanları alkışlayan ellerindeki pankartlara yazıldı. Farkındalık ve samimiyetten oldukça uzak olduğunu düşündüğüm bu güruh gözlerini kör, kulaklarını sağır edip seslerini yükselttiler yalnızca. PKK’nın açıkça üstlendiği cinayetler hatırlatıldığında ise “Ama MİT, devlet, asker…” ile başlayan savunma cümlelerini sıraladılar birbiri ardına. Barışı, kadını, çevreyi savunmayı kimselere bırakmayanlar ailelerinin gözü önünde, şehrin ortasında asker katleden örgüte “terör örgütü” diyemediler. İşte dillerden düşmeyen hümanizmlerinin bencilliği de böylece gözler önüne serildi.
Dört bir yanı iki yüzlülükle çevrelenmiş bugünün Türkiye’sinde hangi yüzün kime ait olduğunu görme işi yine bize kalıyor. On binlerce insanın kanını ellerine bulaştırmış bir örgütün adını çekinmeden “terör örgütü” koyacağımız, terörü kimden gelip kime gittiğine bakarak ayrıştırmayacağımız ve kimsenin Cudi dağına piknik yapmaya gitmediğini anlayacağımız yarınlara ihtiyacımız var. Kimin barış kimin kan istediğinin ayrımına varabilmek zannediyorum ki zor değil. Mesele o yarınlara giderken sadece olanı değil olanın arkasındakileri de düşünerek yol almak. İşte geçirdiğimiz sancılı süreçte yapılması gereken de bu: etrafa saçılmış maskeler arasından asıl yüzleri seçip sahiplerine iade etmek.
*Radikal gazetesinde yayımlanan röportajın tamamı için burayı tıklayınız.
Not: Bu yazının kaleme alınma sürecinde 5 şehit daha verdik. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, başta yakınları olmak üzere ve tüm Türkiye’ye baş sağlığı diliyorum.