Dünyanın en büyük sorunu olan enerji uluslar arası problemlerin başını çekmektedir. Her ülkenin kendi sınırları içerisinde kendine yetecek kadar enerji potansiyeline sahip olmayışı, başta fosil yakıtlar olmak üzere potansiyeli olan ülkelere gerçekleştirilen saldırılara sebebiyet vermektedir. Sanayi devriminden bu yana fosil enerji kullanımına olan bağlılık ve tüketimin üretimle arasındaki büyük fark sorunlardan da öte savaşların çıkmasında ana neden olmaktadır. Ancak sonunun görülemediği bu enerji sorunu yakın zaman içinde Sanayi Devrimine karşı bir devrimi ortaya çıkarmıştır. Bu karşı devrim ise yenilenebilir ve sürdürülebilir enerji odaklı çevreci bir devrimdir. Ancak bu devrim için insan gücünden çok teknolojiye ihtiyaç duyulduğundan gelişmiş ülkeler haricindekiler hâlâ çevreye zarar veren fosil yakıt tüketmeye hatta fosil yakıtlardan daha büyük sorunlar teşkil eden nükleere yönelmektedirler.
Türkiye için de enerji başlı başına bir problem. Tüketimimizin üretimimizle yakından uzaktan alakası olamayışı ve gelişmişlik seviyemiz sebebiyle büyük oranda enerjide dışa bağımlıyız. Ve bağımlı olduğumuz ülkelerle aramızdaki politik husumetler her an bizi diken üstünde hissettirebiliyor. Türkiye’nin yenilenebilir ve sürdürülebilir enerji üretimine son derece elverişli olması dahi bu durumu ne yazık ki düzeltemiyor. Çünkü teknolojimiz ve devletin teşvik yasaları hiçbir şekilde çevreci enerji üretmeye yeterli değil.
Yenilenebilir ancak sürdürülebilir olmayan hidroelektrik enerjisi Türkiye’de gün geçtikçe kullanımı artan bir tür olmakta. Bunun en önemli sebebi de tabii ki potansiyelimizin oluşu. Sadece akarsu değil akarsularımızın yeterli akıma, debiye ve düşüye sahip olması hidroelektrik enerjiyi son derece yapılabilir kılıyor. Hidroelektrik potansiyeli en çok olan yerler arasında Fırat, Dicle, Çoruh, Ceyhan, Seyhan, Kızılırmak, Yeşilırmak, Aras gibi başlıca ırmaklar gösterilebilir. Hidroelektrik potansiyeli olarak Rusya ve Norveç’ten sonra Avrupa’da 3. Sırada, dünyada 8. Sırada oluşumuz ve Avrupa’nın %16’sı ve dünyanın %1’i toplam potansiyelini sahip olmamız elbette ki hidroelektrik enerjisinin kullanılası bir enerji olarak görülmesine sebep oluyor. Aynı zamanda HES’ler doğaya en az zarar veren enerji üretimlerinden biri olarak görülüyor ve diğer enerji üretimlerine bakıldığında karbondioksit salınımı ve zehirli atık oluşumu daha düşük olduğundan küresel ısınmayla mücadele etmek adına önemli bir nokta olarak ele alınıyor.
Son zamanlarda HES’lerle yalnızca Karadeniz’in adı anılmakta. Bölge halkı her HES yapımı başlamasında yapan şirkete ve devlete isyan etmekte. Peki hidroelektrik enerji tanımlandığı kadar az zararlıysa insanlardan neden bu kadar tepki alıyor?
Hidroelektrik enerji eskisi kadar devlet elinde değil ve ekonomik olarak geri kazanca çabuk cevap verdiğinden yani fizibilitesi iyi durumda olduğundan ayrıca devletin teşviki sağlandığından her türlü meslek grubundan insan hidroelektrik santrallerine yatırım yapmayı tercih ediyor. Ancak bu santraller doğaya bir müdahale olduğundan bir şekilde devlet kontrolünün olması gerek ve devlet bunu ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) Raporlarıyla sağlıyor. ÇED raporları incelemeler ve bölge halkının onayıyla gerçekleşen bir süreç. Birçok ülkenin kullandığı ÇED yöntemi hemen hemen bu şekilde ilerlemekte. Ancak bölge incelemeleri ne kadar bilimsel ve halkın tepkisi ne kadar göz önüne alınıyor bu daha başka büyük bir soru işareti.
Her ne kadar yenilenebilir kelimesi cazip gelse de hidroelektrik enerji için kurulan santrallerde doğaya bir müdahale söz konusu. Potansiyeli olan alanlardaki ormanlar, tarihi yerler ve birçok önemli doğal ve yapay yapı santrallerin kurulum aşamasında zarar görmekte. Suya çekilen setler sudaki canlı yaşamına büyük zarar veriyor. Sahip olduğumuz yüzlerce endemik türün yok olması, balıkların göç yollarının ve geçişlerinin kesilmesi geriye dönüşü olmayan zararların başında geliyor. Akarsuların ve etrafındaki yeryüzü şekillerinin yüzyıllarca geçen bir süreç sonucu o hâle geldiğini göz önüne alırsak bir anda yapılan insan müdahalesi doğanın dengesini alt üst ediyor. Bölge halkı elbette ki bundan en çok etkilenen olsa da uzun vadede ülkeye hatta dünyaya vereceği zararları göz ardı etmek oldukça tehlikeli bir adım.
Habitatı bölerek, taban suyu ve yer altı suyu seviyeleriyle oynayarak, dere yatağını bozarak doğanın dengesiyle büyük ölçüde oynuyoruz ve kısa vadede dahi gözle görülür sonuçlarını yaşıyoruz. Örneğin tarımsal verimlilikte büyük düşüşler yaşanmakta, santral yapımı için etrafındaki ağaçlar kesildiğinden orman kalitesi düşmekte ve erozyonların önü açılmakta. Tarım ürünlerinin türü değişmekte yani iklimde yumuşamalar yaşandığından normalde o yörede yetişmeyen meyve ve sebzeler yetişmekte. Bazılarının kulağına iklimdeki yumuşama ve sonuçları hoş gelse de doğanın dengesinin değiştiği her durum uzun vadede büyük sorunlar ortaya çıkarır.
Birçok enerji üretiminin aksine daha masum gibi dursa da ve yatırımcıya kısa vadede büyük kazançlar getirse de Türkiye’de hidroelektrik enerjisinin zararlarını, yararları ne yazık ki hafifletmiyor. Gözle görülebilen zararlarına rağmen yatırımcının kolaylıkla ÇED raporu alabildiği ve yapımında çevreyi huncarca kullanabildiği bu enerji sisteminde uzun vadede karşılaşılacak tehlikeli sonuçlar tamamen göz ardı ediliyor. Sürdürülebilir enerjilerden birçoğunun potansiyeline sahip olsak da yeterli teşvik yasası çıkmadığından, teknoloji ve ekonomimiz yeterli olmadığından gelişmiş ülkelerin birer birer vazgeçtiği enerjilere yöneliyoruz ve dünya çevreci bir devrim için çabalarken ekonomisi yetersiz diğer ülkeler gibi doğaya verdiğimiz ve vermekte olduğumuz zararların sonuçlarını yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz.
[box_dark]Kaynaklar[/box_dark]
Enerji Verimliliği, Çevre ve Örnek Uygulamalar, Galip TAŞTAN
Türkiye’de Hidroelektrik Santrallerini Durumu (HES’LER) ve Çevre Politikaları Bağlamında Değerlendirilmesi, Okan ÜRKER, Prof. Dr. Nesrin ÇOBANOĞLU
Renewable an Sustainable Energy Rewiews, Murat ÖZTÜRK, Yunus Emre YUKSEL