1762’de J.J. Rousseau tarafından yazılan Toplum Sözleşmesi, Fransız İhtilali ile başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu zamanlara kadar birçok toplumu etkilemiştir. Rousseau’nun bu kitabı belki de gerektiğinden fazla romantik olmakla beraber içerisinde birçok önemli tespit barındırır. Bu önemli tespitlerin bana göre en çarpıcılarından birisi de Rousseau’nun 3. kitabının 3. bölümünde kurduğu nüfus ve yönetim biçimi ilişkisidir.

Rousseau’ya göre bir toplumun nüfusu arttıkça, o toplumun yöneticiyle olan doğrudan ilişkisi azalıyor. Bu sebepten ötürü de yönetici Rousseau’nun “uyruk” ismini verdiği insanlara daha çok iletişimde bulunmak zorunda kalıyor. Bu da bürokrasi ve karar alımında vakit kaybı demek. Dolayısıyla Rousseau’ya göre nüfus artışıyla beraber ülkelerde yönetici güçler en aza indirgenmeli. Yani, az nüfuslu ülkelerde demokrasi, orta nüfuslu ülkelerde aristokrasi ve bol nüfuslu ülkelerde monarşi uygulanmalı.

fransız ihtilali ile ilgili görsel sonucu

Rousseau’nun bu tespiti aslında çok basit ve yüzeysel olmakla beraber mantıklı da geliyor bana. Ona göre, demokrasi kavramının doğru işleyebilmesi için halkın yönetime katılması gerekir. Bu açıdan bakıldığında demokrasinin doğru işleyebilmesi için nüfusun azlığı bir gereklilik olabilir. Ve artan nüfus sonucunda yönetimde rol oynama durumunun zorlaşması sebebiyle yönetimde demokrasiden uzaklaşılması gerekir.

Fransız İhtilali’nin fikir babalarından olan Rousseau’nun yazdığı Toplum Sözleşmesi’yle temelleri atılan Birinci Fransa Cumhuriyeti’nin de 8 yıl sürüp yerini tekrar monarşiye bırakması da ilginçtir.

mustafa kemal atatürk ve rousseau ile ilgili görsel sonucu

Toplum Sözleşmesi’nin belki de çok dikkat edilmeyen bir özelliği de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda büyük etkisinin bulunmasıdır. Fakat bu etkiyi değerlendirme biçimi tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Öncelikle şunun ayrımını iyi yapmak gerekir. Rousseau yalnızca bir düşünce adamıdır ve fikirlerinin uygulanabilir olmasıyla çok da ilgilenmemiştir. Bunun en büyük örneği de yukarıda bahsettiğim nüfus ve yönetim biçimi ilişkisidir. Rousseau’nun siyasete bakış açısı gayet sayısalcıdır fakat 21. yüzyılda siyaseti sayısalcı biçimde değerlendirmek neredeyse imkansızdır. Atatürk ise bir düşünce adamı olmakla beraber düşüncelerini uygulamaya koyan bir insandır. Böyle bir değerlendirmeye girişmeden önce bunun ayrımını yapmak oldukça hayatidir.

Atatürk’ün ve Rousseau’nun egemenlik anlayışlarının birbirlerine oldukça benzer oldukları söylenebilir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi 2. Kitap, Bölüm 1’de “iktidar”ın başkasına geçebileceği fakat iradenin asla değişmeyeceğini öne sürer. Atatürk ise buna benzer olarak: “Kayıtsız, şartsız tabiriyle belirtilen egemenliği, milletin üzerinde tutmak demek bu egemenliğin bir zerresini, sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir.” demiştir.

Atatürk ve Rousseau’nun bir başka benzer anlayışı da özgürlük konusundadır. 1924 Anayasası şöyle der: “Hürriyet, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir. Tabiî haklardan olan hürriyetin sınırı, başkalarının hürriyetinin sınırıdır. Bu sınırı ancak kanun çizer. “Fransız İhtilali’nin temelini oluşturan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi de şöyle der : “Özgürlük, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmeye dayanır. Onun için, her insanın doğal haklarının sınırı, toplumun başka üyelerine aynı hakları sağlayan sınırlardır. Bu sınır ancak yasa ile belirlenebilir.”

Rousseau ve Atatürk arasında yukarıda yazdıklarımdan çok daha fazla benzerlikler saptanabilir. Bu benzerliklerden ötürü de bazı kişilerce Türk Devrimi aynen Fransız İhtilali sırasında olduğu gibi baskıcı terör dönemi olarak nitelendirilir. Fakat bu ikisi arasında ciddi farklar mevcuttur. Öncelikle Fransa’da cumhuriyetin kurulması bir iç savaş sonucunda olmuştur. Dolayısıyla bu ihtilalin terör boyutu soylu – köylü, suçlu – suçsuz, asker – sivil fark etmeksizin oldukça fazladır. Bu iki dönem arasındaki en somut benzerlikse Fransız İhtilali sonrası kurulan devrim mahkemeleri ve İstiklal Mahkemeleri’dir. Devrim mahkemeleri çalıştığı dönemde yaklaşık 14.000 kişiyi idam etmiştir. Fakat ilginç olan şudur ki, devrim mahkemelerinin kurulduğu dönemde Fransa diğer devletler tarafından tehlike altında değildir ve devrim mahkemelerinin idam ettiği kişilerin %25’i burjuva, %28’i köylü ve %31’i işçidir. Bu bağlamdan yaklaşıldığında aslında temelinde milli bir iradenin yattığı ihtilal sonrasında siyasi görüş bakımından azınlık olanlar infaz edilmiştir. İstiklal Mahkemeleri’nde ise toplamda 1.352 kişi idam edildi. Bu idam edilenler, savaş sırasında asker kaçakları; savaş sonrasında da karşı devrimcilerdi.

istiklal mahkemeleri ile ilgili görsel sonucu

Fransız devrim mahkemeleri ve İstiklal Mahkemeleri incelenirken, Fransız ve Türk devrimlerinin yapılış biçimlerinin farklılığı göz önünde bulundurulmalıdır. Fransız İhtilali bir halk hareketiyken devrim mahkemeleri aynı şekilde halka karşı belli bir anayasa temel alınmadan idam kararları vermiştir. İstiklal Mahkemeleri’nin varoluş sebepleriyse Türk Devrimi’nin bir halk hareketi olmaktan çok liderlerin sürüklediği tepeden inme bir hareket olduğunun kanıtıdır. Fakat İstiklal Mahkemeleri Fransız devrim mahkemelerinin aksine, hükümetten tarafsız çalışmışlardır. Atatürk’e suikast iddiasıyla Kazım Karabekir’in de içinde bulunduğu Milli Mücadele’nin büyük kahramanları tutuklanmıştır. Bu olaya tepki gösteren dönemin başbakanı İsmet İnönü hakkında da onların ardından bir tutuklama kararı çıkartılmıştır. Bu açıdan bakıldığında İstiklal Mahkemeleri’nin Fransız devrim mahkemelerinin aksine başına buyruk ve sınıfsal temelli kararlar vermediği ve milli bir amaç uğruna çalıştığı sonucuna varlabilir. Ergün Aybars’ın da deyişiyle: “İstiklâl Mahkemeleri’nin devrim mahkemeleri oldukları nasıl bir gerçekse, terör mahkemeleri oldukları görüşü o derece yanlıştır.” Demokrasiye giden her yol antidemokratik yollardan geçmiştir. Burada önemli olan bu antidemokratik yollarda benimsenen hedef ve çalışma biçimidir. İstiklal Mahkemeleri bu bağlamda Jakobenler’den, yani terör ve baskıcı devrimcilerden ayrılır.

Leave a Reply