Dış basını, özellikle de Avrupa basınını yakından takip edenler bir şeyi çok iyi bilir. Avrupa medyasının gündeminde her zaman Türkiye bir şekilde yer bulmaktadır. Özellikle de Türkiye ile AB arasında bir diplomatik olay yaşanmışsa gündemin baş köşesi Türkiye’ye aittir diyebilirim. Bunun bazı sebepleri var ve çok detaya inmeden kısaca bahsetmek isterim. Öncelikle, ne kadar yıllardır sonuçlanamayan bir süreç de olsa, Türkiye AB’ye tam üyelik sürecinde olan seksen milyon nüfuslu bir ülke. Sürecin karışıklığı, Türkiye’nin nüfus bakımından büyüklüğü sebebiyle Türkiye adaylığı en çok gündem olan ve AB vatandaşları tarafından tartışılan ülke. Buna ek olarak, AB ve Türkiye, aradaki ticaret hacmine bakıldığında önemli ekonomik ilişkilere sahip. Son faktör olarak da hem AB’deki hem de Türkiye’deki politikacıların, siyasi kazanç elde etme amacıyla birbirlerine karşı gelen açıklamalar yapmasını söyleyebiliriz.
Tüm bu basın gerçeğini göz önünde bulundurursak Komisyon başkanı Leyen ve Konsey başkanı Michel’in Ankara ziyaretinin AB basınında ne kadar tesir bulacağını tahmin etmek pek de güç olmasa gerek. Hatta görüşmede yaşanan koltuk krizini ve sonrasında İtalya Başbakanı’nın sözlerini hesaba katınca hiç de normal bir görüşme olmadığı ortada. Ancak bu sansasyonel görüşme bile Avrupa basınının ve halkın ‘gerçek’ gündemini, yani ‘Aşı Krizi’ni yerinden sarsamadı. Peki bu aşı konusu neden bu kadar özel ve ne kadar daha AB’nin gündeminde en tepede yer tutacak?
Benim kriz tanımım ‘çözülemeyecek, başa çıkılamayacak’ sorunlar olarak söyleyebilirim. Bu açıdan bakarsak aşı ‘krizi’ pek de bu tanıma uymuyor. Çünkü bu sorun aslında çözülemeyecek veya başa çıkılamayan bir problem değil. Daha ziyade, aşı tedarik sürecinin hızı beklentilerin çok altında kaldı ve yeterince insan aşılanamadığı için insanlar tedirginlik içinde. Fakat işi krize dönüştüren kısım ise, sürecin yavaşlamasıyla insan hayatlarının tehlikeye girmesi ve aşılanmanın uzadığı her günde daha fazla insanın hayatını kaybedecek olması gerçeği. Aşılanma oranının özellikle ABD ve Birleşik Krallık gibi ülkelerin çok altında kalması AB’nin performansını sorgulatıyor. Mart sonu itibarıyla AB nüfusunun sadece %12’si birinci doz aşıyı vuruldu. Rekabetten geri kalma faktörünün yanında AB kendi hedeflerine de yaklaşamadı. Mart sonuna kadar 80 yaş üstü grubun neredeyse tamamını aşılamayı planlayan Komisyon, 31 Mart itibarıyla 80 yaş üstü grubun yalnızca %60’ının ilk dozu vurulabildiğini duyurdu.
Aşılanma hızının sadece insan hayatı bakımından değil, uluslararası ilişkiler anlamında da çok önemli olduğunu söylemekte yarar var. Özellikle Britanya’nın bu süreci AB’ye nazaran gözle görülür bir şekilde hızlı halletmesi akıllara bir soruyu getiriyor. Acaba Brexit olmasaydı Britanya bu kadar hızlı bu süreci halledebilecek miydi? Bu soruya evet cevaplarının verilme ihtimali bile birliğin yapısını sarsacak düzeyde şüphe uyandırıcı. Bunun yanında, hayatın normale dönmesi, ekonomik sirkülasyonun tekrardan canlanması için oldukça önemli. AB’nin büyüme planları çoğunlukla Covid sonrası toparlanmaya ve ülkenin kendini yenilemesi üzerine. Ancak bu planların gerçekleşebilmesi için öncelikle aşılanmanın tamamlanması gerek. Kısacası, piyasaların canlanması ve politik gücün elde edilmesi gibi birçok konuda aşı müthiş yer tutuyor. Peki bu krize sebep olan şey ne? Avrupa Komisyonu mu, Üye Devletler mi, aşı üreten firmalar ve tedarik zincirleri mi, yoksa AB bürokrasi sisteminin ta kendisi mi? Benim cevabım çok net. Hepsi!
Yavaş Bürokrasi
Öncelikle AB’nin en çok eleştirildiği kısım olan bürokrasinin yavaş işleme aşamasından biraz bahsedeyim. AB’nin regülasyon ve yasama sürecinin yavaş işlemesi aşı olayına özgü bir durum değil. Mesela bizim bile hayatımızı etkileyen ‘GDPR’ yani AB Genel Veri Koruma Yönetmeliği’nin önerisi 2012 yılında kabul edilmiş fakat yönetmelik ancak 2018 yılında üye devletler tarafından uygulanmaya başlamıştı. Bunun, benim gözlemlerime göre, iki sebebi var. Birincisi, AB’nin aldığı kararlar birçok üye devleti kapsayan, uzun vadeli kararlardır. Dolayısıyla her şeyden emin olmaya çalışan bir yapı var. İkinci sebep ise, yasama sürecinde üç farklı organın (Komisyon, Parlamento ve Konsey) yetkili olması ve önerinin her aşamasında bu üç organın da dahil olmasını gerektirecek bir sistemin olması. Ne kadar sağlam temellere dayansa da bu bürokratik sistem aşı tedarik zincirini fazlasıyla yavaşlatıyor ve aşıların onaylanma sürecini uzatıyor. Buna bağlı olarak, ABD ve Birleşik Krallık, aşı üretimine dair firmalarla ilk anlaşmalarını 2020 Mayıs’ta yapmalarına karşın AB ilk anlaşmasını ancak Ağustos ayında tamamlamıştı. Yavaş işleyen bürokrasinin belki de en önemli göstergesi olarak, acil kullanıma açılan ilk aşılardan biri olan Almanya menşeli Pfizer-Biontech aşısının Avrupa Birliği’nde ABD’den neredeyse yirmi gün sonra onaylanması olabilir. Burada, aşının Almanya’dan yani AB’den köken aldığını belirtmekte fayda var çünkü bu bile onaylanma sürecinin yavaş olmasına engel olamamış. Onaylanan aşılar kadar onaylanmayan aşıların fazla olması da süreç yavaşlığının bir süreci. AB sadece dört tane aşıyı onayladı ve bunlardan biri olan Johnson&Johnson’ın dağıtımına henüz başlanmadı bile. Kısacası, onaylanma ve test süresinin uzunluğu Avrupa Birliği’nin aşı çeşitliliğinin az olmasına sebep oluyor. Onaylanma süreci gibi tedarik süreci de bu yavaşlıktan nasibini almış olacak ki Pfizer’ın yaptığı açıklamaya göre AB’nin bürokratik süreci aşıların dağıtılmasını birçok regülasyona tabii tutarak yavaşlatıyor ve dağıtım zincirini genişletmeye engel oluyor. Bana sorarsanız bu işin en kritik kısımlarından birisi, yeni üretim tesisleri açarak dağıtım zincirini ve kapasitesini genişletmek aşı üretimi için hayati değer taşıyor olsa da, AB bu konuda da yavaş davranıyor.