19.yy’ın başlarında Nizam-ı Cedid sistemiyle Osmanlı sosyal ve siyasal hayatına giren Modernleşme, ya da Batılılaşma, süreci ve bu vetirenin getirdikleri halâ ihtilaflı bir mesele olarak Sosyal Bilimler alanını işgal ediyor. 1774 Küçük Kaynarca’dan sonra Osmanlı idareci sınıfının varoluşsal bir endişe içine düşmesi, ilerleyen yıllarda Osmanlı Modernleşmesi’nin en önemli yapı taşlarını oluşturacaktı. Bu varoluşsal kaygının temel dinamiği; bürokraside, eğitimde, yargıda ‘acil’ ve ‘hızlı’ modernleşme ve tedricen, bazen de aniden eskinin bırakılması idi. İşte yeni veya modern Osmanlı’nın yeni eğitim sistemi ve entelektüeli böyle bir ortam ve zihniyetten neşet edecekti.
19.yy öncesi Osmanlı’da ‘aydın’ ya da ‘ elit’ diye adlandırdığımız grubun eğitim sistemi ve düşünce yapısı bir hayli farklı idi. Okumaya yatkın olan çocuklara en önemli eğitim fırsatı medreseler tarafından sunuluyordu. Ulema ya da bürokrasi içinde yer almak isteyen Müslüman tebaanın yolu medreseden geçmek zorundaydı. Diğer eğitim fırsatları arasında, zengin aileler tarafından tutulan özel öğretmenler, tekkelerdeki faaliyetler, yazma kütüphaneleri ve bilgili kişilerin meclislerdi vardı. Doğal olarak bu eğitim sisteminin ürünü olan elitler ve idareci sınıfı yabancı dil olarak daha çok Arapça ve Farsça’ya öğrenmeye meyilli oluyor ve yeni elitlere kıyasla Batı’ya karşı daha kapalı bir tavır takınıyorlardı.
III. Selim’in dönemiyle birlikte Osmanlı eliti de yavaş yavaş Batı’yı keşfetmeye başladı. bilhassa o yıllarda Viyana ve Berlin’e elçi olarak gönderilen Ebu Bekir Ratib Efendi ve Sadık Rıfat Paşa’nın Batı dünyasını müşahede ederek Osmanlı yönetici sınıfına aktarması, bir hayli önemli yer edinmektedir. III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde açılmaya başlanan askeri mühendislik okulları ve tercüme odaları, Tanzimatın reformcu kuşağını yavaş yavaş oluşturmaya başlamıştı. 19.yy’dan önce Osmanlı’yla dış dünya arasında bağlantıyı kuran sınıf genellikle ‘Kalemiye’olmuştu, fakat bu sınıf Batı ile ilişkileri Fransızca bilen Rum ve Ermeniler sayesinde yürütebiliyordu. 1821 Rum isyanından sonra Kalemiye sınıfı, Rum tercümanları tasfiye etme girişiminde bulundu. Bu olay sayesinde Müslüman Osmanlı Kalemiyesi Batı ile iletişimi sağlamak için hızlı bir şekilde Fransızca öğrenmeye başladı. Bernard Lewis, biraz da abartılı bir üslupla, tercüme odalarında yetişen yeni kuşağı şöyle anlatıyor :
‘’ Yeni iktidar eliti artık ordudan veya ulemadan değil, Tercüme Odası’ndan ve elçilik katiplerinden geliyordu. Bir zamanlar küçümsenen ve kısmen ayak işi olarak görülen, Osmanlı efendilerinin elleri kirlenmesin diye dudak bükülerek Rum hizmetkâra bırakılmış olan bir iş, şimdi devlet yönetiminin ve iktidar mücadelesinin okulu olmuştu.’’
Lewis’in dediği gibi, gerçekten de artık Osmanlı’da yeni bir nesil doğuyordu. Bu nesil, 2. Mahmut sonrası dönemde reform hareketlerini sürdürecek olan Batı dillerini iyi tahsil etmiş bürokratik elit idi. Bu elit genellikle tercüme odaları gibi eğitim kurumlarından çıkmış ve bir süre Londra, Paris, Berlin ve Viyana gibi Batı başkentlerinde elçilik yapmış isimlerden oluşuyordu. Mustafa Reşit Paşa, Mehmet Emin Ali Paşa, Keçecizade Fuat Paşa gibi erken Tanzimat dönemine damga vuran isimler vardı.
Sultan Mahmut’tan sonra Osmanlı’da iktidar gücü, yeni oluşan elit sınıfın elinde toplanmaya başlamıştı. Abdulmecid ve Abdulaziz dönemleri Saray’ın giderek pasifize edildiği ve reform iplerinin yeni bürokratik elitin elinde olduğu bir dönemdi. Yeni bürokratik elit, yazının başında bahsedildiği üzere, varoluşsal bir kaygıyla doğmuştu ve bu kaygının giderilmesi ve var olmak için de hızlı bir reform sürecine ihtiyaç vardı. Bu eksende yeni elitin en önemli gayelerinden biri de hızlı modernizasyon dinamiğini sürdürecek bir kuşağın devamını tesis etmekti. Bu hedef doğrultusunda yeni elit, eğitimde reform kuşağını sürdürecek bir gençlik yetiştirmek için, eğitimde önemli değişikliklere gitti. 1834’te kısa adıyla Harbiye olarak bilinen, Mekteb-i Ulumu Harbiye açıldı, Harbiye’nin kuruluş amacı Fransız devrimiyle inşaat edilen Saint- Cyr tarzı askeri bir akademi oluşturmaktı.
1839’da sivil memur yetiştirmek için Rüşdiyeler kuruldu. Rüşdiyeler öğrencileri Kur’an mekteplerinin bıraktığı yerden devralıp, yaklaşık on dört yaşına kadar eğitmeyi amaçlıyordu. 1845’te Harp akademisine talebe yetiştirme maksatlı İdadiye’ler açıldı. İlk lise diyebileceğimiz ‘Sultaniye’ ise 1868’de devreye girdi. Devlet okullarındaki reform ve değişiklikler bu dönemde ‘Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ ismiyle sistematik bir hale getirildi. 1859’da kurulan Mülkiye mektepleri, sivil okulların en meşhurlarından biriydi. Bu mektepler diplomatik kariyer için adeta bir sıçrama merkezini oluşturuyordu. Recaizade Mahmut Ekrem, Jön Türklerin kurucularından Murad Bey ve Abdurrahman Şeref gibi Osmanlı elitine damga vurmuş isimler, bu eğitim kurumlarından mezun olmuştu. Bu zamanlar Orta öğretim sisteminin doruk noktası iki büyük devlet okulu olan Galatasaray ve Darüşşafaka idi. İlki Sultani, ikincisi ise özel bir vakıf olan bu okulların, ikisi de Tanzimat’ın mirasıydı.
Sultan Abdülhamid dönemi, iktidar odağının bürokratik elitten tekrar saraya kaydığı bir dönemdi. Bu dönemde reformlar tekrar saray tarafından üstlenildi. Sultan Hamid döneminin en önemli atılımlarından biri de eğitimde modernleşmesnin devamıydı, bu dönemde gayr-i müslim ve yabancı okullarıyla rekabet birinci amaçtı. Örneğin bu bağlamda Galatasaray lisesine Türk bir karakter kazandırılmaya çalışıldı ve okuldaki Türk öğrencilerin sayısı arttırıldı. Bu dönemde, her bölgenin ordu karargâhınde askeri bir okul açıldı. Selanik, Konya ve Bağdat’ta Hukuk, Şam’da tıp okulları kuruldu. 1879- 1908 yılları arasında Rüşdiye sayısı 277’den 619’a çıktı, bunların 74’ü kızlar içindi. İdadi mekteplerin sayısı 1876 – 1908 arasında 6’dan 109’a çıktı. Mekteb-i Mülkiye’de bazı iyileştirmeler yapıldı. Belki de Sultan Abdülhamid döneminin eğitim bakımından en mühim gelişmesi modern manâda ilk üniversitenin kurulmasıydı. 1900 Ağustos ayında İstanbul Üniversitesi, o zamanki adıyla Darülfünun kapılarının Osmanlı gençlerine açtı.
Abdülhamid döneminde yaşanan bu yeni elit oluşum süreci, 1908 Meşrutiyetinin de aslında ilk basamağını oluşturmuştu. Daha güçlü ve saray eksenli bir otoritenin tesis için kurulan eğitim kurumları, Abdülhamid karşıtlığının merkezi haline gelmişti. Carter Findley bu durumu şöyle özetliyordu :
‘’ Modern çağda rasyonalleşmeyle öznellik arasındaki gerilim açısından, Abdülhamid’in elit oluşturma çabalarının en vahim kusuru, kendisine hizmet etmesi için yetiştirdiği kişilerin padişahlarından çok yeni fikirlere bağlılık hissetmeye başlamalarıydı. Geleceği hayal etme inisiyatifini elde eden bu aydınlar padişahlarından ziyade kendi devlet ideallerine egemenlik atfediyorlardı.’’
Sonuç olarak, Osmanlı’nın eğitimdeki değişim ve Modernleşme vetiresi yepyeni bir münevver sınıfı doğurmuştu. Klasik Osmanlı elitine kıyasla, bu yeni aydın tipi Seküler bir dünya ve eğitim sisteminin ürünüydü. Zihnindeki ideal Osmanlı tahayyülü, eski Osmanlı eliti gibi Bağdat’ta ya da İstanbul’un eski muhitlerinde bulunmuyordu. İlham aldıkları fikirler Paris, Londra ve Berlin’de dolaşıyordu. Osmanlı’daki değişen eğitim sistemiyle gelen bu yeni aydın modeli, Osmanlı yıkıldıktan sonra kurulacak Cumhuriyet elitini de şekillendirecekti. Tanzimat’la birlikte tedricen gelişen bu eğitim modelinin yarattığı gerilimler, farklılaşmalar ve anlayış, günümüzde de kendisini hissettirmektedir.
KAYNAKÇA
Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınları, Ankara 2008
Carter Findley, Modern Türkiye Tarihi, İstanbul 2011