Bir ülkenin edebiyatını yazılı ürünler ortaya koyar. Bunlardan başlıcaları şiirler, öyküler, romanlar ve denemelerdir. Özellikle şiir, edebiyatın en mahrem, en değerli ürünüdür. Çünkü yazılan her şiirde, kelimeler özenle seçilir, manalar ona uygun şekilde yedirilir ve musiki, ahenk ne varsa hepsi kılı kırk yararcasına hazırlanır. Şiiri açıkladıktan sonra, aslında ciltlerce bir araştırma – incelemesi olacak (olan da) bir konuyu ele alıyorum. Şiirde “aşk”ın yeri.
Öncelikle İslamiyet öncesi Türk Edebiyatı’na baktığımız zaman kahramanlığın aşkın önünde olduğunu görürüz. Yine İslamiyet öncesi Halk Edebiyatı’nda ise yazılan ilk şiirin bir aşk şiiri olduğu söylenir. O şiir;
Yaruk tengriler yarlıkazun (Nurlu tanrılar buyursun)
Yavaşım birle (Yumuşak huylum ile)
Yakışıpan adrılmalım (Birleşip bir daha ayrılmayalım)
Küçlüg biriştiler küç birzün (Güçlü peygamberler güç versin)
Közi karam birle (Kara gözlüm ile)
Külüşügin oluralım…( Gülüşerek yaşayalım…)
Görüldüğü gibi burada sadece sevgilinin yumuşak huyu ve gözünün kara olmasından başka ayrıntıya girilmeyişi ve tanrılardan, peygamberlere dua isteğinde bulunması aslında bunu şiiri aşktan ziyade bir dua, bir münacaat kabul edebiliriz.
İslamiyet sonrası Türk Edebiyatı’na geldiğimiz zaman, asıl aşk şiirlerinin durağına uğramış oluruz. İlk başlarda hikemi tarzda şiirler söyleyen şairler sonradan aşk bahçesinden içeri girip, aşka dair söylenebilecek en güzel şiirleri söylemişlerdir. Ama bu dönemde aşklar platonik kalmakla beraber âşık maşuka kavuşamaz ve acısı ne kadar büyükse o kadar âşıktır. Örneğin;
“Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni.”
Bu iki mısra Mecnun’un Kabe karşısında Allah’a ettiği duadır. Ve bu duadan sonra aşk acısı katlanarak daha da artmıştır.
Yine o dönemden bazı eserlere göz atacak olursak;
Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever (Fuzûli)
Açıklamaya gerek yok, zira burada Fuzûli ilahi aşk duyarak yazdığı şiirde böylesine etkili ifadeler kullanmıştır. Yine Hz.Muhammed(s.a.s.) için yazdığı şu kasidesinde ise mükemmel ifadelere ulaştığı görülebilir:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
(Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere gözyaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.)
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su
(Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.)
Lâle Devri’ne gittiğimiz zaman, büyük söz üstâdı Nedim ile karşılaşırız. O ilahi aşktan beşeri aşka inmiştir ve sevgiliye söylenebilecek en güzel iltifatları dile getirmiştir. Nedim’in bir beytine bakacak olursak;
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsar-ı âl olmuş sana
(Nezaket, kuyumcuların altını tel halinde incelttiği araçtan (haddeden) geçerek senin boyunu posunu oluşturmuş. Şarap, şişeden süzülerek yanağındaki allığı oluşturmuş. )
Gördüğümüz gibi ifade sanatı Osmanlı zamanında, Farsça ve Arapçanın katkılarıyla zenginleşen dil sayesinde çok daha beliğ bir hal almıştır. Osmanlı’nın güçlü zamanlarında ifade gücünün artması, sanat ile politikanın arasındaki ilişkiyi bir nebze gösterebilir. Ayrıca sevilen ne kadar kıymetli ise ifadelerin o kadar güzelleştiğini görüyoruz. Fuzûli’nin diğerlerinden bir nebze önde olması belki maşuk olarak Allah’ı ve Hz.Muhammed(s.a.s.)’i görmesinden, yani onlara diğerlerinden bir nebze daha değer vermesinden, aşkının merhalesinin çok daha fazla yol almasından kaynaklanıyor olabilir. Aşkın büyüklüğü ölçüsünde yazılan şiir büyüktür dersek yalan söylemiş olmayız.
Not: Halk Edebiyatı, Tanzimat ve sonrası yazımızın ikinci bölümünü oluşturacaktır.