Milliyeti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-ı Firenge tebaiyet yeni çıktı
–Ziya Paşa–
Tenkit, edebiyat dünyasında her daim önemli bir şube olmuştur. Çoğunlukça da edebiyatın gelişiminde olmazsa olmaz olarak görülmüştür; fakat Türk edebiyatında pek boy atamamış, sadece özenti metinlerden ibaret kalmıştır. Namık Kemal’in “Tahrib-i Harabat” ve “Takip” adlı eserlerinden sonra edebiyat tarihimiz içinde netleşen tenkit, bütün edebiyat şubeleri gibi, Cumhuriyet Dönemi’nde değişime çok açık bir ivme kazanmıştır.
Pek kıymetli entelijansiyamızın Tanzimat’tan günümüze kadar süren fikir bunalımı ve iç çatışmaları Cumhuriyet Dönemi başında olanca endamıyla kendini gösterdi. Bunun edebiyat bakımından öncüsü yeni lisan–eski lisan çatışması, eleştirideki kolu ise nesnel eleştiri-öznel eleştiri çıkmazıdır –ki eski lisanın halk dilinden silinemeyeceğinin anlaşılmasına karşın eleştiri ikilemi hala devam etmektedir-.
Bu yazımda ise modern manada ilk denemelerimizi yazan münekkidi, kendi deyişiyle “Eleştirmeci”yi, inceleyeceğiz. Yani Nurullah Ataç’ı. Kendisini hayali arkadaşı Keziban’ın dilinden şöyle anlatır, “Sizde edebiyat sevdası var, ancak edebiyata vurgunsunuz, her şeyi edebiyat arkasından görüyorsunuz.” (Deniz Boyunda, Ulus Gazetesi, 18.7.1945)
Kendisi yine şöyle der, “Ben edebiyatı kendine dert edinmiş bir adamım. Gece gündüz edebiyatı düşünürüm. Bir edebiyat sorununu tartışmadığım gün kendimi yok sayarım.” (Diyelim, Nurullah Ataç)
Gerçekten Ataç’ın edebiyatımıza katkıları yadsınamaz. Sağlam bir deneme kültürünün oluşması, lisanın yenileştirilmesi, edebiyatın süsten uzaklaştırılması vs… Eleştiri mevzusunda da belli bir disiplinin oturmasını sağlayan Nurullah Ataç’ın evrim sürecini ise şöyle özetleriz: Öznelcilik dönemi (1921-51) ve Nesnelcilik dönemi (1952-57). Bu yazıda öznelcilik dönemini ele alacağım.
Önceleri oyun, şiir ve hikâye yazmaya özenen Ataç, başarılı olamadığını kendisi de itiraf eder. Ama yine de vazgeçmez; çünkü sanat adamı olmaya karar vermiştir. Kendisi şöyle der, “Şair olmadığımı, olamayacağımı anlamıştım. Gene de gözüm sanattaydı, ‘Ne çıkar şair değilsem? Ben de eleştirmeye veririm kendimi, o yolda ün kazanırım, adım yarınlara, gelecek yüzyıllara ulaşır.’ diyordum.” (Eleştirmeci, Pazar Postası, 13.5.1951)
Bir de şu ifadesi vardır: “Münekkit bir sanatkârdır. Bir şairi bir romancıyı ne için okuyorsak, onu da öyle okuruz.” (Münekkit Hakkında, Akşam, 10.8.1922)
Eleştiri hayatının başlarında-yani öznelcilik döneminde- Ataç’a göre eleştiri, sanat adamının kendi zevklerini kendi izlenimlerini anlatmasıdır. Kesinlikle kitap tanıtımı değildir. Bu yoldan tenkitin öznel olmasını savunur hatta şunları da ekler, “Tenkitin bitarafça olması gerektiğini savunanlara gülmek gerekir.” (Tenkit, Akşam,1.4.1939)
Ataç’ın bu eleştiri metodu, yani eserin kendi üzerindeki etkilerini anlatmaya çalışması çokları tarafından tepkiyle karşılanır. İşin içine dostluklar girer ve bilimsellik çıkar. Örneğin Peyami Safa der ki, “Onun yaptığı iş tenkit değil dedikodudur. Tenkitin problemleri olduğu gibi münakaşa edilmeyen prensipleri de vardır. Metinleri tamamıyla incelemeden (…), yarenlik üslubuyla ‘Ben filanı severim, ben şunu sevmem, şunu da biraz severim ya…’ gibi tamamıyla şahsi ve efektif değer hükümleri veren yazılar tenkit değil, dedikodudur.” (Milliyet, 31.5.1957) İşte Ataç’ı denemelerinde edebiyatımızın gözbebeği yapıp da eleştirilerinde ise ‘düalist’ olarak görülüp menfi eleştirilerin odağına oturtan tutum bu rahat yazma ve keyfi davranma aşkıdır. Ataç’ın eleştirilerindeki tutumunu kendisi “empresyonizm” yani izlenimcilik olarak tarif eder, “Eserlerin bende bıraktığı izlenimleri belirtmek isterim. Bu yolda yazan tenkitçilere yanılmıyorsam izlenimci derler.” (Bir Mektup, Ulus, 6.11.1944) Hatta bu metodun kurucularından Anatole France’ın şöyle meşhur bir ifadesi vardır:
“Baylar, Shakespeare’i, Racine’i, Pascal’ı, Goethe’yi bahane ederek size kendimden söz açacağım.”
Fakat bakarız ki Ataç’ın zaman zaman düştüğü sığlık ve aşırı öznelcilik o eleştirinin ciddiliğini alıp götüren “Ben beğendim.”, “Sevmedim onu.” biçimi hiç de iyi örnek olmamış, ucuz ve kolay eleştiri modasının alıp yürümesine sebep olmuştur. Kendisi yine keskin zekâsıyla bu açmazdan kurtulabilse de ona özenip yazan gençler düştükleri durumdan kurtulamamışlardır. “Deneme Ben’in ülkesidir.” diyerek denemeyi enfesçe tanımlar, fakat ne yazık ki bu tutumu eleştiri sanatında tutmamıştır.
Doğrusu genelde o da kendini eleştirmen olarak kabul etmez hatta “Münekkit gereksizdir.” de der ama yine de eleştiri yazılarından da geri durmaz. Gelgelelim o zaten çoktan suçluyu bulmuştur. “Her millet layık olduğu münekkidi çıkarır. Bizde tenkit-münekkit yoksa bu, hiç şüphe etmeyin, edebiyatımızın da cılız olmasındandır.” der ve cevabını Asım Bezirci verir: “Gerçek her zaman böyle değildir. Elbette edebiyatla eleştiri arasında bir ilişki vardır. Ama bu tek yanlı determinizmden çok diyalektik bir ilişkidir yani karşılıklıdır. Edebiyatın düzeyi ile eleştirinin düzeyi arasında her zaman bir beraberlik görülmeyişi de bundandır. Nitekim Greklerde, Latinlerde, İranlılarla, Osmanlılarda edebiyat ileri olduğu halde eleştiri geri kalmış olabilir.”
Ataç şurda bir nebze haklıdır: Nesnel eleştiri hiç bir zaman olmayacaktır; fakat eleştirinin de kendine göre prensipleri ve disiplinleri vardır. Ataç şurda yanılmıştır: Öznel eleştiri diye bir şey de olmayacaktır. Eleştiride önemli olan belli bir teknikle belli bir nesneyi yargılamaktır. Tabii ki görüşler ve yorumlar kişisel, fakat burda önemli olan nokta üslup noktasıdır. Ataç’ın üslübu yanlış fakat görüşü doğrudur. Yorum bireysel, teknik ise evrensel olmalıdır. Ataç’ın yolu derin açmazlara ve kırgınlıklara yol açabilir. İyi, kötü, çirkin birer gerçek yargısı olmayıp birer değer yargısı olduğu gibi disiplin içindeki eleştiri ise elle tutulur olmalıdır. Eğer bir gün eleştirimiz bu kıvama ulaşırsa o zaman Türk edebiyatı sürekli hasretle aradığı eleştirmenlere kavuşacaktır, günümüzde kendini eleştirmen sayan; fakat bu konuda yetersiz olanlara değil.
Yazı dizimiz Nurullah Ataç’ın nesnelcilik dönemini inceleyeceğimiz yazımızla devam edecek.