Şoför milleti en asil duygunun insanıdır.
Mustafa Kemal Atatürk
Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve 1937 tarihi itibariyle Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının temel prensiplerini teşkil eden 6 Ok’un tarihsel bağlamını incelediğimiz serinin ilk yazısında, “ok sembolü”nün gelişimini ve özgün olmayan bu sembolün Avrupa siyasi tarihindeki yerini, 20. yüzyıl faşist partilerinden örneklerle incelemiştik. Serinin bu ikinci yazısında ise semboller değil, ilkeler üzerinde durulacaktır.
1. Dünya Savaşı sonrasında başta Avrupa olmak üzere dünya siyasi arenasında pek çok değişiklik olmuş, parçalanan imparatorluklar ve rejim değişikliği yaşayan ülkeler, yerlerini büyük çoğunlukla meşruiyetini halkın iradesinden alan rejimlere terk etmişler; liberal parlamenter rejimlerin artık tarihe karıştığı düşüncesi, yeni kurulan rejimlerde kabul görmüştür. Kültleştirilmiş bir ulusal önder ve tek parti etrafında birlik olarak ekonomik, siyasi ve kültürel atılımlar yapma niyetinde olan rejimler, Latin Amerika, Orta ve Doğu Avrupa ile Asya’da sıklıkla rastlanılır olmuştur. Kuzey Amerika ile Kuzey ve Batı Avrupa dışında etkin olan bu düşünce, liberalizm ve komünizm ile arasına mesafe koyan ve 3. bir yol olma iddiasında olan bir ideolojiydi.
Tanrısal özellikler atfedilen bir rehberin etrafında kenetlenmiş bir ulus olarak toplumsal devrimler yapmayı amaçlayan rejimlerden ilki, 1922 yılında İtalya’da iktidara geldi. Mussolini önderliğindeki Faşist hareket, 1928 yılına kadar iktidarını perçinleyerek kurumsal bir yapıya oturttu. Faşist kelimesinin günümüzdeki olumsuz manasında karşın bu rejim, Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın birçok yerinde sempati ve umutla karşılandı. 1920’li yıllar, İtalyan Faşizmini örnek alan siyasi hareketlerin Avrupa’da sıkça rastlandığı yıllardı. 1926’da Polonya’da, Litvanya’da, Arnavutluk’ta ve Portekiz’de rejim değişiklikleri yaşanıp otoriter rejimler kurulurken, ulusal ve modernleşmeci diktatörlükler daha çok 1930’lu yıllarda hız kazandı. Avusturya’da, Estonya’da, Letonya’da, Bulgaristan’da, Macaristan’da Yunanistan’da, Almanya’da, Romanya’da ve İspanya’da 2. Dünya Savaşı öncesinde otoriter-totaliter rejimler baş gösterdi.
İki Dünya Savaşı arasında kurulan bu rejimlerin birbirinden farklı pek çok yönü bulunmakla birlikte bu rejimlerin, 1. Dünya Savaşı öncesindeki dikta rejimlerinden ayıran bazı ortak özellikleri mevcuttur. İlk olarak, tüm bu rejimler toplumsal olarak büyük bir atılımı hedeflemekte, bu atılımın önündeki en büyük engel olarak yerleşmiş toplumsal kurum ve kuralları görmektedir. Gösterilen hedefler doğrultusunda toplum harekete geçirilecek, böylece “muasır medeniyet seviyesine” ulaşılacaktır. Toplumsal kurum ve kuralların kötü yönlerini törpülemek yerine kategorik bir yıkmayı ve yeniden inşayı amaçlayan bu rejimler “ıslahahatçı” değil, “inkılapçı” rejimlerdir.
Tamamına yakınının meşruiyetin kaynağı olarak halkı göstermesi, bu rejimlerin bir diğer ortak noktasıdır. 1. Dünya Savaşı sonrasında yeni trend, iktidarı din veya soy temeli üzerinde kuran savaş öncesi rejimlerden farklı olarak halka dayandığını ve bir çeşit demokrasi (hakiki demokrasi, halkçı demokrasi vb)olduğunu iddia etmektir. Bu rejimlerde diktatör yalnızca zor kullanarak muhaliflerini sindirmeyi değil, bunun yanı sıra bunu yaparken halkın da desteğini yanına çekmeyi arzu etmektedir. Bu sebeple bu rejimler, başta eğitim-öğretim kurumları olmak üzere, medyada ve her türlü toplumsal etkiye sahip kurum üzerinde baskı kurmuşlardır. Kült liderin ve tek partinin rolü ise halka doğruyu göstermek, onu yönlendirmektir.
İnkılapçılık ilkesiyle modernleşmeyi, ilerlemeyi ve köhne kurumlardan kurtulmayı hedefleyen 20. yüzyıl otoriter rejimleri, milliyetçi-ulusçu rejimlerdir. Bir yandan geleneksel kurum ve kurallardan kurtulmayı amaçlayan bu rejimler, milliyetçilikleriyle inkılapçılıklarını uzlaştırarak, yaptıkları devrimin kendi ulusal köklerine dönmek olduğu iddiasında bulunmuş, kendi ulusunun diğer uluslardan daha üstün ve köklü olduğuna inanan toplumlar inşa etmek çabasında olmuşlardır[1]. Ulusçu bir devletin olmazsa olmazı olan homojen bir ulusun inşa sürecinde ise büyük acılar yaşanmış, asimile olmamış toplumsal unsurlar katliamlara, pogromlara, sistemli bir nefrete maruz kalmışlardır.
Devleti ve toplumsal çıkarları bireysel hak ve özgürlüklerin üzerinde gören 2 Dünya Savaşı arasındaki diktatörlüklerde, ekonomide devletçilik ön plana çıkmaktadır. Bireysel mülkiyeti ve girişimciliği temel ilke sayan Anglo-Sakson liberalizminin aksine ya ekonomik yatırımların direk devlet eliyle yapılıp ekonominin devlet tarafından yönetilmesi, ya da bankacılık, finans, sanayi gibi sektörlerin devletin güdümünde olması bu rejimlerde tercih edilen ekonomik sistemler olmuştur.
1.Dünya Savaşı sonrası kurulan diktatörlüklerin bir diğer ortak noktası ise, rejim tercihlerini tabelaya olduğu gibi yansıtmamak olmuştur. 1917 öncesinde Avrupa’da yalnızca iki cumhuriyet varken 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan rejimlerin pek çoğu, ismi cumhuriyet olan diktatörlük rejimleri olmuştur. Kurulan rejimlerin hiçbirisi “X Faşist Diktatörlüğü” gibi bir isim taşımamakta, büyük çoğunluğu resmi olarak cumhuriyet iken, kalan kısımları hükümdarların çok marjinal konumlara itildiği fiili cumhuriyet durumundadırlar. Halkın oyuna dayandığını iddia eden bu rejimlerde zaman zaman plebisitlerle göstermelik de olsa halkoyuna başvurulmakta, siyasi tercihleri sonucu seçebilecekleri parti sayısı sadece bir olsa bile yönetenler, halkın oyuyla iş başına gelmektedir.
2. Dünya Savaşı öncesi diktatörlük rejimlerinin dine yaklaşımları da bir diğer benzerlik konusudur. Toplumdaki dini değerler, ortak ulusal davayla birlikte olduğu kadar yüceltilirken, bu dava önünde tehdit olarak görülen durumlarda lanetlenmiştir. İster lanetlensin, ister yüceltilsin, totaliter- modernleşmeci milliyetçi rejimlerde dinlerin ortak kaderi, devletin kontrolü altına alınmak olmuştur.
Her biri bir ilkeyi temsil eden 6 Ok, ne sembol açısından ne ilkeler açısından özgün olmayıp dönemin siyasi atmosferinde benzerlerine sıklıkla rastlanılabilecek kullanımlardandır. Dolayısıyla cumhuriyetin, aktörlerinin ve toplumumuzun zihinsel kodlarını incelerken ve değerlendirirken, dönemin siyasi atmosferini de göz önünde bulundurmak yerinde olacaktır.
[1]Köklü olduklarını ispatlamak hususunda milliyetçi-modernleşmeci totaliter rejimlerin bazıları, kantarın topuzunu kaçırmışlardır. Hz İsa’nın Portekizli, Cengiz Han’ın Macar, Hunların Türk olduğu iddia edilmiş, hatta tüm dünya dillerinin kendi ulusal dillerinden kaynaklandığını öne süren görüşlere rastlanmıştır.
KAYNAKÇA
Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet- Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru
Serdar Kaya, Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği
http://derinsular.com/kemalizm-1-kemalizm-nedir/
http://derinsular.com/kemalizm-2-cumhuriyetcilik/